31 Mart yerel seçimlerinde seçmenin neredeyse dörtte biri sandığa gitmedi. Gidenlerin sandığa yansıttığı iradeye bakılırsa da dörtte üçü, ülkenin sorunlarını mevcut iktidar veya muhalefet partilerinin çözebileceğine inanmıyor (gerek AKP'nin, gerekse de CHP'nin karşısında, içerikleri farklı olsa da sağlam bir dörtte üçlük blok var). Dolayısıyla (pek çok zafer ilanına rağmen) görülen o ki, mevcut merkez siyasetin seçmen nezdinde pek kredisi kalmış gibi görünmüyor. Siyaset meşruiyet de, rıza da üretemiyor. İşte seçimlerden hemen sonra başlatılan görüşme trafiğini ve anayasa tartışmalarını, yukarıda belirttiğim gerçeği gören siyasetin kendine alan açma girişimi olarak yorumlamak gerektiğini düşünüyorum. Yirmi yıldan bu yana din, mezhep, etnik kimlik, laiklik tartışmalarıyla kuşatılan seçmenin, tüm bu kuru gürültüye amiyane tabirle orta parmağını gösterip merkez siyasete sırtını döndüğünün, yani bu girdaptan çıkmaya başladığının görülmesi üzerine hemen başımıza bir anayasa tartışmas
Meşakkatli yolculuğun yağmurlu bir gecesinde kiliseye sığınan üç yüz savaş esiri, müttefik kuvvetlerinin bombardımanıyla yanmaya başlayan kilisenin içinde can vermişti. Dışarı çıkamamalarının sebebi ise kilisenin kapılarının dışarıdan kilitli olması ve esirleri kilisede tutmakla görevli muhafızların kapıları açmamasıydı. 2. dünya savaşının sonuna yaklaşılan bir dönemde yaşanan bu olayda sadece bir çocuk yaralı olarak kurtulabilmişti. Sonradan, o yangından kurtulan tek kişinin tanıklığında yapılan yargılamalarda muhafızlara neden kapıları açmadıkları sorulduğunda verdikleri yanıt çok çarpıcıydı: 'Bizim görevimiz esirleri kontrol altında tutmaktı. Kapıları açsaydık kargaşa çıkardı.' Bugün Türkiye'de de bu hikayenin izlerini görmek mümkün. Bir grup (iktidar) kilisedeki yangını çıkaran bombayı atarken, yani ülkeyi yoksulluğun esiri haline getirirken, diğer grup olan muhafızlar ise (muhalefet) yangından kaçmaya çalışanları içeride kilitli tutuyor - kargaşa çıkmasın, insanlar