Ana içeriğe atla

Tasmanın Ucundaki Konfor

Kadın, en büyük düşmanının boyun eğmek ve itaat etmek olduğunu baştan kavrayamasa bile, zihninde asılı duran 'misafir şekeri gibi her daim müsait olma' beklentisinden başlayan düzen zincirini kıramıyor, ruhunun tutsak, bunun karşılığında sunulan 'konforun' ise tasmanın ucuna bağlı olduğunu bazen yaşayarak öğreniyor. 
Birliktelikler ilk politik sistem olan evliliğe dönüşmeden, yani 'iş' daha 'oraya' varmadan, ortak kültürel, zihinsel, tensel temas noktalarının arandığı, gerçek cesaretin sınırlarının sınandığı alanların başında aile gelir. Yazıya ise 'aile'yle değil 'kadın'la başladım, zira kapitalizmin yükünü emekçiler çektiği gibi, yerleşik düzenin en küçük birimi olan ailelerin yükünü de hala kadınlar çekiyor.

Hayatı boyunca 'yuvayı yapması' gerektiği öğretilen 'dişi kuş'lar, aile tahakkümü altından çıkıp evlilik çatısı altına girdiğinde ise kendilerini yeni bir güç mücadelesi içinde buluyorlar. Kurulan hayallerin, düzenin kendilerine biçtiği rolle örtüşmediğini fark eden eşlerin güç ilişkileri anlamsızlaşıp, birlikte bir hayat kurulması için gerekli olan tüm mekanizmalar işlevsizleşmeye başladığında erkek, kendisine tanınan daha geniş alana uzaklaşabiliyor. Düzenin devamı için kendisine 'biçilen' görev gereği 'aile'nin yükünü çekmesi gereken kadın ise bunun yarattığı bağımlılık sebebiyle gidebileceği tek yer olan zihninin içerisine kaçıyor

Farklı sebeplerle ve yöntemlerle de olsa, tutkunun izini sürebilmek için kendi içlerinin karanlığına doğru çıktıkları her yol, izsiz bir patikaya dönüşüyor. Hiçbir yere çıkmayan sokaklarda, anlamlandıramadıkları bir geçmişte kayboluyorlar. Sonsuza kadar yok olmadan önce çekildikleri iç köşelerinde, kendi mahkemelerinde kendi kendilerini yargılıyor, kendilerini tüketip, öldürüyorlar.

Her gün çökmüş yüzlerini gördüğümüz milyonlarca isimsiz kahramanın, demlenemeden vedalaşılan hayatlarının hikayeleri bunlar... Ölümü değil de yaşamı seçme cesaretinin adı ise başkaldırıdır.

Kahyaların Cumhuriyet'inde bize, kurduğumuz ve kuracağımız 'aile'lere sunulan sadece sahte bir hayat, anlatılan sahte bir tarih, vaadedilen sahte bir zenginlik umudu, zihinlere takılı kelepçeler eşliğinde sahte bir özgürlük ve gösterilen de sahte bir tablo. 

Bunun hayatın olağan akışı olduğu, 'normal olan bu' diye algılamamız istenenin, Hannah Arendt'in 'Kötülüğün Sıradanlığı'nda anlattığı 'sıradanlıkla' benzerliği yok ama, son derece 'normal' olanların düşünme ve muhakeme yetisini kaybetmeleriyle birlikte dayatılan kötülüğün sıradanlaşmasına yaptıkları katkılar değerli.

İnsanların zihnine karşı açılan bu savaşta kitle iletişim araçları, psikoloji ve sosyolojinin güdüleyici anahtarları ile kafa karışıklıkları geliştiriliyor; filmler, gazeteler, dergiler, radyo ve sosyal medya aracılığı ile halk apolitikleştiriliyor, kuşkuculuk ve gerçeklikten kaçmak yayılıyor. Bu yollarla sendikaların mücadelesi hedefsizleştiriliyor, öğrencilerin örgütleri köklerinden koparılıyor, bölünüyor ve ele geçirilmeye çalışılıyor. Halk hareketleri boğuluyor ve karalanıyor. Aydınlanmayı başlatması gereken üniversiteler ise aksine bu çelişki derinleşsin diye sisteme uygun kalıplaşmış akıllar tasarlıyor.

Bu cendere içerisinde sıkışan kadınlar ve erkekler ise kendilerine çıkış olarak sunulan tanrı, kader, kısmet, gelenek, itaat ve ölümsüzlük gibi kavramlarla üzerlerindeki baskıyı hafifletmeye çalışıyorlar.

Asgari ücret karşılığı günde 12 saat çalışan 'aile reislerinin' sorunları, evet, ekonomiktir. Ama kadınların sorunları da düzenden bağımsız değildir. Bunu anlatabilmeliyiz. Feminizmin meşhur 'Kişisel olan politiktir.' mottosu yeterli değil, kişisel olan aynı zamanda ekonomiktir de. 

Okula gönderilmeyen, 14 yaşında evlendirilen kız çocuklarının, kocasından şiddet gören kadınların, ekonomik bağımsızlığını kazanmak için bir erkeğin iki katı efor sarfetmesi gereken kadınların, 'zamanında' evlenmediği için çevresinden baskı gören kadınların, eşit işe eşit ücret alamayan kadınların sorunları birbirinden bağımsız olmadığı gibi; asgari ücretle 12 saat çalışan 'aile reisinin' sorunundan da bağımsız değildir.

Üretmek ve tüketmek üzerine kurulu toplumların işlerliği için kendilerine roller biçilen, bu uğurda hayalleri ve umutları çalınan kadın ve erkeklerin, hayal ettikleri şekilde değil de 'gerektiği' şekilde kurulan 'yuva'larında birbirleriyle debelenerek hayatlarını geçirmelerinin vebali bu düzenin üzerindedir. Kişisel olan ekonomiktir.

Bu cendereyi meşrulaştırmak için üretilen tanrı, kader, kısmet, gelenek, itaat gibi kavramlarla ve düzenin yarattığı kadınların ekonomik bağımlılığı, kadına şiddet gibi mefhumlarla ayrı ayrı mücadele etmek yetmiyor, yetmeyecek. Tarihi billurlaştırmalı ve sistemin kendini bu gibi kavramlarla belirsizleştirip, uçucu, şekilsiz bir görünüme girmesine izin vermemeliyiz. Zira egemenlerin, kendi çıkarlarını sürdürebilmek adına insanları çaresiz ve değersiz olduklarına ikna etmelerinin anahtarı burada. 

Bunun için de durumdan sorumlu görünmesi adına yaratılan bu kavramlara karşı, bağımlılığı kurumsallaştıran ve normalleştiren bu ilişkileri görünür kılınıp, insanların sömürüye maruz kaldıklarını fark etmeleri ve onun değişimini istemelerini mümkün hale getirebilmek gerekiyor.

Kendi evinde, iş yerlerinde, sokakta ve yaşamın diğer bütün alanlarında yok sayılan, yaşamlarını, seslerini, akıllarını yaşanamayan hayatlarda tüketen kadınların tercihi, bu mücadelede bütünün değerli bir parçası olarak sadece kendilerinin değil, hepimizin ortak geleceğini de tayin edici olacaktır.

Öyle olması egemenlerin işine geldiği için ataerkil olan bu düzende kendisine 'biçilen' en değerli görevin annelik olduğuna inandırılmış bir kadın, kucağındaki çocuğunun daha okuma yazmayı öğrenirken kuşatılmaya başlandığını öğrenip, düzenin yapısı ve ilişkiler bütününü göz önünde bulundurduğunda sadece kadın olmasından dolayı uğradığı baskı, sömürü ve tacizlere kaçınılmaz olarak çocuğunun da uğrayacağı bilincine ulaştığında, kendisini değersizleştirdiği halde kabullendiği toplumun yerleşmiş değer yargılarına karşı yeni bir dirençle karşı koyacağı açıktır. 

Kişiler, olaylar, sonuçlar ve değer yargıları ya da yaşanan sonuçlar üzerinden, sonu gelmez tartışmalara girmek yerine; başarmamız gereken, başka bir geleceğin mümkün olduğunu sabırla anlatabilmek...

TURGAY DEVELİ











Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

CHP'de nasıl kurultay delegesi olunuyor?

Cumhuriyet Halk Partisi'nin Türkiye'deki tüm il kongrelerini, 4-5 Kasım tarihleri arasında yapılacak kurultaya giden yolun taşlarını döşemeleri sebebiyle yakından izliyor, kimlerin başkan, kimlerin kurultay delegesi yapıldığını isim isim takip ediyorum. Bu ilgim, illerde oluşturulan kurultay delegasyonunun zihni kolonlarını inceleyerek bu inşa sürecinin sonucunda ortaya çıkacak yapının kurultayda nasıl bir irade ortaya koyacağını ve dolayısıyla oluşacak iradenin partinin iktidar olamama sorununa çözüm üretip üret(e)meyeceğini anlamaya çalışmaktan kaynaklanıyor. Adana kongresi henüz yapılmadığı için kimin il başkanı ve kimlerin de kurultay delegesi olacağı henüz listelenmemiş durumda. Buraya (Adana'ya) ilişkin söz hakkımız baki kalmak kaydıyla merak edenler için ifade etmeliyim ki, tüm Türkiye'de, öteden beri hep olduğu gibi, kongrelerde maalesef çok az siyaset konuşuluyor. İllerdeki kongrelerde temel motivasyon, kalemi elinde bulunduranların aldıkları temsil vekâletinin

Kalıp

Herhalde dünyadaki, ülkemiz, bölgemiz ve hatta şehrimizdeki bütün zenginliği paylaşan bir avuç kişinin en büyük korkusu, bir gün, neyi nasıl düşüneceğimizi, neye nasıl tepki vereceğimizi; neyin ahlaki, neyin kabul edilebilir sınırlar içerisinde olduğuna dair zihnimize çizdikleri sınırları aşmaya cüret edebileceğimiz olmalı...   Korkularının bir gün gerçeğe dönüşmemesi için ise, yerelden başlayarak bütün yerküreye yayılmış televizyonları, gazeteleri, sosyal medyaları, haberleri ile her saniye neye gülmemiz, neye üzülmemiz ve hatta nasıl eğlenmemiz gerektiğine dair alt metinlerle dolu filmler, belgeseller, diziler çekip yayınlıyorlar. Bu sınırları zorlayanları terörist, farklı düşünenleri 'aşırı uç' olarak ilan edecek kanaat önderleri yaratıp besliyorlar. Kendilerine muhalif olanların bir kısmını deli olarak damgalayıp toplum dışına, kanun diye yazdıkları talimnamelere uymayanları da çıkarlarını korumak için tesis edilmiş mahkemeler eliyle cezaevlerine atıyorlar. Bütün bu işleyiş

Deli gömleği...

Yerel seçimler, bir çoğunu yakından tanıdığım çok sayıda ismin yeniden yahut ilk kez seçilerek belediye başkanlığı koltuğuna oturmasıyla, benim de üyesi olduğum CHP'nin 'zaferiyle' sonuçlandı. Bu vesileyle seçilen herkesi kutluyor ve başarılar diliyorum. ... Yerel seçimlerde yurttaşların tercihlerini belirleyen temel dinamiğin, emekli maaşlarının ve asgari ücretin enflasyona yenik düşmesi sonucu iyice hissedilir hale gelen yoksulluk olduğu görülüyor. Seçilen belediye başkanlarının ücret artışları noktasında ellerinden bir şey gelmeyeceği bilinerek yapılan bu tercihi ise biriken öfkenin bir sonucu olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu durumda bu öfke patlamasının sofralara tek etkisi (o da olursa), yoksulluğun etkilerini ancak hafifletebilecek olan sosyal yardımların muhalif belediyeler kanalıyla arttırılması olabilecektir. Yerel seçim sonuçlarını, bir yönüyle ve kısmen, genel iktidara yürümesi için CHP'ye verilen bir avans olarak görmek mümkün. Milli görüş’ün yerelden gen