Ana içeriğe atla

Nihayet umut...



Türkiye'de 31 milyon kişinin devlet bütçesinin çeşitli kalemlerinden karşılanan sosyal yardımlarla geçindiği biliniyor. Bu, ne kadarına inanırsınız bilmiyorum ama, başta TÜİK olmak üzere devlet kurumlarının resmi rakamı. Ayrıca belediyelerin yaptığı yardımlarla yaşayanların (bu rakamlar da tartışmalı) nüfus içinde ciddi rakamlara ulaştığı biliniyor.

Buna, 2 milyon 600 bin emeklinin yaklaşık 800 lira, yine bir bu kadarının 1.400 lira ve yine aynı sayıda emeklinin de asgari ücretin biraz üzerinde aylık aldığını eklersek; ve aynı sayıda emeklinin de yoksulluk sınırının yarısına yakın aylık aldığı dikkate alınırsa; toplamda 13 milyon 400 bine yakın emeklinin de hali ortada.

Kimsenin inanmadığı TÜİK'in açıklamasına göre ülkemizde işsizlik oranı da yüzde 10 düzeyinde. Bu bile 5.3 milyon kişi demek. Bunun çalışabilir nüfus içinde iş ve işçi bulma kurumuna kayıtlı olanlar olduğunun altını çiziyorum. Kuruma kayıt olmadan iş arayanların bu rakamın en az iki katından fazla olduğu, açılan işler için yapılan başvuru sayılarından; yüksek lisans veya doktoralı insanların asgari ücretli işlere başvurmalarından anlaşılabiliyor.

Kırsal kesimde yaşayan, resmi olarak herhangi bir işsizlik ya da gelir kapsamı içinde görünmeyen, geniş bir açlık ve yoksulluk kitlesinin varlığı da başka bir gerçek. İllerin ya da Büyükşehirlerin mücavir alanları genişlediği için kırsal nüfusun azaldığı, dolayısıyla buralarda yaşayanların oranının zaten düşük olduğu varsayımı ise palavradır; çünkü bu insanların köylerinin adı mahalle olarak değiştirilse de halen orada yaşamaya çalışıyorlar.

Milyonlarca memur, işçi, taşeron ya da çalıştırılma statüsü ne olursa olsun çalışanların neredeyse tamamına yakınının 2.865 lira olan açlık sınırı ya da bunun biraz üstünde, ama kesinlikle yoksulluk sınırı olan 9 bin liranın altında ücret aldığı bir Türkiye'den bahsediyoruz.

Serbest çalışan esnafın zor durumda olduğu bilinirken, işyerini kapatarak hem isteğe bağlı hem de zorunlu sigortalılığını sonlandıranların son yıllardaki istatistiklere yansıyan sayısı da yine acı tabloyu bir başka açıdan ortaya koyuyor.

1980 yılında bir sigortalının 3.3 emekliyi karşılama oranı şimdi 2021 Türkiye'sinde 1.7 seviyesine düşmüş durumda. Bu sadece sosyal güvenlik sisteminin çökmekte olduğunu değil, aynı zamanda çalışan, çalışabilen, iş bulabilenlerin gerçekte ne kadar olduğunu da ortaya koyması açısından önemli.

Her mahalleye açılan üniversitelerde, baraj puanının biraz üzerine 'üniversite' kazanıp 'okuyan' milyonlarca üniversitelinin, ve bunların mezuniyet sonrası çıktığı yüksek lisans ile başlayan akademik yolculuğunun işsizlik rakamlarına yansımadığını da kayıtlara düşmek gerekiyor. Gençlerin bu yolu seçmelerinin sebebi olarak ne kadarının kendini bilime adadığı muallak. İş bulabilmek için sermayenin önünde kırk takla atabiliyor olmanın gerektiği günümüzde, gençlerin iş bulma şanslarını arttırma adına gittikçe daha fazla yıllarını eğitime harcıyor olmaları daha makul bir senaryo pek tabii.

6 milyondan fazla hanenin sosyal yardımlarla yaşadığı ülkemizde, bu ve yukarıda sıraladığımız örnekler daha da arttırılarak detaylandırılabilir, farklı bir çok alandan yoksulluğun fotoğrafını çizecek verilere ulaşabiliriz.

Sonuç olarak, Koç'ların, Sabancı'ların isimleriyle özdeşleşen ve 85 milyonluk ülkemizde bunlardan sadece binli rakamlarla ifade edebilecek sayıda zengin daha da zenginleşirken, açlık ve yoksulluk çekenlerin sayısı, derinliği ve etkisi de artıyor.

Bu tablo giderek ağırlaşır ve enflasyon oranlarıyla ya da türlü manipülasyonlarla gerçeklerin üzeri kapatılmaya çalışılsa da ağır bir açlık ve yoksulluğun hüküm sürdüğü ülkemizde tüm göstergeler bu dibe çekilme sürecinin miladı olarak 12 Eylül 1980'i gösteriyor.

Bunu önleyecek ve ters yüz edecek siyasi ve entelektüel birikim sağlanamayınca, bu kez, 1994 yılında Nisan kararları adı altında ikinci bir neoliberal mülksüzleştirme saldırısı, kapsam ve uygulama alanı daha da genişletilerek gerçekleştirildi. Liranın değeri yüzde 38 düşürüldü, tarımda sübvansyonlar daraltıldı, özelleştirme adı altında talan yaygınlaştırıldı.

Bununla da yetinilmeyerek, 1996 yılında Gümrük Birliği anlaşması ve en nihayetinde 2000'li yılların başındaki Dünya Bankası ve IMF kıskacı ile çıkarılan yasalarla oluşturulan siyasi ve ekonomik düzen bu günleri yaşamamızın kilometre taşlarını döşedi.

Erdoğan'ın Türkiye'yi dilediği gibi yönettiği, yaşanılan bir çok sorunun müsebbibi olduğu, yargıyı, yasamayı ve yürütmeyi şahsım hükümeti olarak tekleştirerek uhdesine aldığı, 5'li çete başta olmak üzere çevresinde bir oligarklar yapısı oluşturduğu doğru da;

Erdoğan'dan önce her şey normalmiş ve bütün kötülükler onunla başlamış gibi öfkelenerek, 'o gitsin de ne olursa olsun' diyenlere uyarımdır; bu tablo, 12 Eylül'de yapılan askeri darbe ile sağlanan düzenin uygulamaya koyduğu politikaların bir sonucu.

Örneğin, emeklilik için gerekli prim ödeme gün sayısının yükseltilmesi çalışması Tansu Çiller'in Başbakanlığı'nda DYP-SHP hükümeti döneminde(1994) başladı. Ödenen prim katsayısına göre maaş bağlama oranının değiştirilerek emekli aylıklarının şimdi 800 liraya kadar düşmesine yol açan çalışmalar da Kemal Derviş'in yasalarıyla (2001) gerçekleştirildi. Devlette devamlılık esastır!

Özal'ın çocukları, damadı, prens ve papatyaları, Demirel ve Ecevit'in Koç'ları, Sabancı'ları, Tansu Çiller'in kocası ve oğulları, başta Ağar olmak üzere 'kurşun atan da yiyen de bizdendir' kapsamına girenleri, Mesut Yılmaz'ın kendisi, kardeşi ile bakanlarının, bankaların içinin boşaltılması ve enerji üzerinden kurulan ilişkilerle zenginleşenlerin isimlerinin de daha mürekkebi kurumadı. Nisan kararlarının altında Murat Karayalçın'lı SHP'nin, 2000'li yılların başında Kemal Derviş'in aracılığı ile çıkarılan diz çöktürme yasalarının altında Başbakan olarak Ecevit'in imzası var. CHP'nin neoliberal işgale uğraması, partinin programında hala piyasacı olduğunun yazılması ve ülkenin finans kapitalin çapasından kurtulamaması adına bekçi köpeği rolündeki kurumların savunulması da bu politikalara sadakatindendir.

Görüldüğü gibi kirin ve suçun imalat tarihi sadece şimdiki zamanı göstermiyor. Öğrendik.

Bu yolu açmak için, 41 yıl önce, milyonlarca yurtseveri göz altına alıp, yüz binlercesini cezaevine attılar. Kimine intihar etti, kiminden haberimiz yok denilerek binlercesi ortadan kaybedilip, niceleri için darağaçları kuruldu. Unutmadık.

Yolun sonunda; DYP, SHP, ANAP, MHP, DSP, Refah, AKP ve CHP hükümetlerinin hepsi aynı siyasi hatta bağlı ve aynı ekonomik modeli uyguladıkları için on milyonlarca insan aç, işsiz ve yoksul kaldı; yüz milyarlarca dolar borcu olan bir ülke haline geldik.

Bu politik ve ekonomik tercihe karşı çıkanlar siyasal ve sosyal yaşamdan tasfiye edildi ve ülke aynı neoliberal eksene hapsedilip, tek tipleştirildi.

Halkı aldatan kuzu postundaki kurtları tanıyor ve Winston Churchill'in dediği gibi, bu kez krizinizi heba etmeyeceğiz! Sizi yenecek entelektüel şiddeti yaratacağız.

Devam ediyoruz. Umudumuz saldığınız korkuyu yenecek. Savaşmadan yenilmeyeceğiz.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

CHP'de nasıl kurultay delegesi olunuyor?

Cumhuriyet Halk Partisi'nin Türkiye'deki tüm il kongrelerini, 4-5 Kasım tarihleri arasında yapılacak kurultaya giden yolun taşlarını döşemeleri sebebiyle yakından izliyor, kimlerin başkan, kimlerin kurultay delegesi yapıldığını isim isim takip ediyorum. Bu ilgim, illerde oluşturulan kurultay delegasyonunun zihni kolonlarını inceleyerek bu inşa sürecinin sonucunda ortaya çıkacak yapının kurultayda nasıl bir irade ortaya koyacağını ve dolayısıyla oluşacak iradenin partinin iktidar olamama sorununa çözüm üretip üret(e)meyeceğini anlamaya çalışmaktan kaynaklanıyor. Adana kongresi henüz yapılmadığı için kimin il başkanı ve kimlerin de kurultay delegesi olacağı henüz listelenmemiş durumda. Buraya (Adana'ya) ilişkin söz hakkımız baki kalmak kaydıyla merak edenler için ifade etmeliyim ki, tüm Türkiye'de, öteden beri hep olduğu gibi, kongrelerde maalesef çok az siyaset konuşuluyor. İllerdeki kongrelerde temel motivasyon, kalemi elinde bulunduranların aldıkları temsil vekâletinin

Kalıp

Herhalde dünyadaki, ülkemiz, bölgemiz ve hatta şehrimizdeki bütün zenginliği paylaşan bir avuç kişinin en büyük korkusu, bir gün, neyi nasıl düşüneceğimizi, neye nasıl tepki vereceğimizi; neyin ahlaki, neyin kabul edilebilir sınırlar içerisinde olduğuna dair zihnimize çizdikleri sınırları aşmaya cüret edebileceğimiz olmalı...   Korkularının bir gün gerçeğe dönüşmemesi için ise, yerelden başlayarak bütün yerküreye yayılmış televizyonları, gazeteleri, sosyal medyaları, haberleri ile her saniye neye gülmemiz, neye üzülmemiz ve hatta nasıl eğlenmemiz gerektiğine dair alt metinlerle dolu filmler, belgeseller, diziler çekip yayınlıyorlar. Bu sınırları zorlayanları terörist, farklı düşünenleri 'aşırı uç' olarak ilan edecek kanaat önderleri yaratıp besliyorlar. Kendilerine muhalif olanların bir kısmını deli olarak damgalayıp toplum dışına, kanun diye yazdıkları talimnamelere uymayanları da çıkarlarını korumak için tesis edilmiş mahkemeler eliyle cezaevlerine atıyorlar. Bütün bu işleyiş

Deli gömleği...

Yerel seçimler, bir çoğunu yakından tanıdığım çok sayıda ismin yeniden yahut ilk kez seçilerek belediye başkanlığı koltuğuna oturmasıyla, benim de üyesi olduğum CHP'nin 'zaferiyle' sonuçlandı. Bu vesileyle seçilen herkesi kutluyor ve başarılar diliyorum. ... Yerel seçimlerde yurttaşların tercihlerini belirleyen temel dinamiğin, emekli maaşlarının ve asgari ücretin enflasyona yenik düşmesi sonucu iyice hissedilir hale gelen yoksulluk olduğu görülüyor. Seçilen belediye başkanlarının ücret artışları noktasında ellerinden bir şey gelmeyeceği bilinerek yapılan bu tercihi ise biriken öfkenin bir sonucu olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu durumda bu öfke patlamasının sofralara tek etkisi (o da olursa), yoksulluğun etkilerini ancak hafifletebilecek olan sosyal yardımların muhalif belediyeler kanalıyla arttırılması olabilecektir. Yerel seçim sonuçlarını, bir yönüyle ve kısmen, genel iktidara yürümesi için CHP'ye verilen bir avans olarak görmek mümkün. Milli görüş’ün yerelden gen