Ana içeriğe atla

Çürük olan ve binaları yıkan düzen

Kahramanmaraş merkezli 11 ili kapsayan ve resmi rakamlarda dahi 50 binin üzerinde can, 100 milyar dolardan fazla maddi kayba yol açan deprem bir doğa olayıdır; ancak sebep olduğu yıkımı yaratan, bilim ve aklı devre dışı bırakarak yalnızca maddi çıkar peşinde koşan piyasa düzenidir.

Bilahare Kastamonu ve depremin vurduğu Şanlıurfa'da yaşanan sel baskınları önlenebilir; Soma, Amasya ve Zonguldak madenlerindeki göçük ve yangınlar da yaşanmayabilirdi.

Yaşanan doğal afetlerin bu derece yıkımlara sebep olmasının nedeni imar ve iskan süreçlerinde arazi yapısının ve mühendislik kaidelerinin dikkate alınmaması; ormanlar ve meraların yağmalanması; HES'ler eliyle su yataklarının, akarsuların yer ve yönlerinin değiştirilmesi; maden arama ve çıkarma işlemleri sırasında daha önce meydana gelen göçük ve grizu patlamalarından ders çıkarıl(a)maması… Geçmişte yaşananlarla biriken tecrübeleri ve bilimin yol göstericiliğinde geliştirilen kuralları, insanı ve doğayı koruyacak şekilde uygulayabilseydik, bugün fıtrat, kader, alın yazısı diyerek gözyaşı dökülen olaylar hiç yaşanmayabilir veya bu kadar yıkıcı olmayabilirdi.

11 ilin coğrafyasına yayılan ve büyük bir yıkıma yol açan depremin ardından göçük altında kalan her canlının oradan sağ çıkarılabilmesi için dakikalar bile değerli iken, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Adıyaman'daki bir konuşmasında 'Geç kaldık' açıklamasında bulunması, arama ve kurtarma çalışmalarında başarısızlığın itirafı anlamına geliyor.

Peki, doğal afete engel olamıyorsak, yıkıcılığını en aza indirmek için ne yapılması gerekiyor?

Bu sorunun cevabı iki aşamada incelenebilir:

1- Muhtemel bir afette meydana gelebilecek hasarı en aza indirecek yapısal önlemleri almaya yönelik planlama ve hazırlık aşaması.

2- Afet sonrası arama, kurtarma, barınma ve afetzedelerin diğer ihtiyaçlarının giderilmesi aşaması.

Bu bölümde incelenecek olan yerel yönetimlere gelmeden önce, her iki aşamada da birinci derecede sorumluluğun hiç kuşkusuz yasa yapıcı TBMM’de olduğunun altını çizmek gerekiyor. İkinci derecede sorumluluk ise çıkan yasaların uygulaması için teşkilatlanmış olan, yönetmelik ve genelgeler eliyle bu mekanizmayı çalıştıracak kuvvete sahip olan Hükümet, Bakanlıklar, Genel Müdürlükler ve taşra teşkilatı ile merkezi yönetim.

Önleyici tedbirleri almak adına yapılacak tüm hazırlıkların yanında, yaşanacak bir afet sonrasında can kayıplarının en aza indirilmesi için arama ve kurtarma faaliyetlerinden sorumlu olan AFAD ve yıkımın yaşandığı bölgelerde kurtulanların yaşamlarını sürdürecek şekilde barınma ve beslenme gereksinimlerini karşılayacak insani yardımlar için kurulu KIZILAY'ın denetimi ve yönetimi de merkezi hükümetin kontrolünde.

Bu denli bir yıkım ile karşılaşmamak için yapılması gerekenleri düzenleyen yasalarla bunları uygulayan ve denetleyen bir mekanizma kâğıt üzerinde kurulu. Ama bu karşılaştığımız sonucu değiştir(e)medi.

Doğal afetler sonrasında arama, kurtarma, barınma ve yaşamı sürdürmek için asli sorumluluk merkezi idare ve onun yetkisini kullanan kurum ve kuruluşlarda olsa da; yerel yönetimlerin bu yöndeki organizasyon kapasiteleri ile yapabileceklerini engelleyen herhangi bir mevzuat yok.

Yerel yönetimleri engelleyen herhangi bir mevzuat olmamasının yanında, yerel yönetimlerin birbirlerinden ve merkezden bağımsız örgütlenebilme ve hareket edebilme kapasitesine sahip olması, bunun yanında farklı afet bölgelerine coğrafi yakınlık avantajına sahip olabilmeleri sebebiyle doğal afet sonrası müdahalelerinin bilakis teşvik edilmesi gerektiği aşikar.

Yerel yönetimlerin Kahramanmaraş depremi özelinde ve genel olarak yaşanan doğal afetlerdeki rolü incelenirken esas üzerinde durulması gereken konu ise yaşanan yıkımda oynadıkları önemli rol olmalıdır.

Büyükşehir yasası ile o illerdeki köylerin dahi mahalle statüsüne geçirilmesi ve sonrasında yapılan imar düzenlemelerinin, inşaat izin ve denetimlerinin belediyeler eliyle yürütülmesi nedeniyle depremle yıkılan yüzbinlerce binanın sorumluluğunda aslan payının belediyelerde olduğu söylenebilir.

Konuyu yasa maddelerine, genelge ve yönetmelik içeriklerine boğmadan belirtmek gerekirse, imar planlarının ve inşa edilecek bir binanın yer seçiminin yapılmasıyla başlamak üzere imara uygunluk, zemin etüdünün yapılıp yapılmadığı, proje, zeminin projeye uygunluğu ve sonrasında ve iskan aşamasına kadar geçilen tüm merhalelerde birinci derecede sorumluluk yapı denetim firması ile birlikte yapı denetim firmasının da üstünde yer alıp onu da denetleme yetkisi bulunan yerel yönetimlerde.

Binanın hangi tarihte yapıldığı, yapım aşamasında hangi mevzuat hükümlerinin geçerli olduğu gibi detaylara takılmadan söyleyebiliriz ki belediyeler, depremle yıkılan binalardan en az bu binaları yapan müteahhitler kadar, hatta belki daha da fazla sorumludur.

Her ne kadar sorunluluğun büyük kısmı yerel yönetimlere ait olsa da, bina stoku güvenliği konusu merkezi yönetimden başlayıp yerel yönetimlere, yapı denetim şirketlerine, müteahhitlere ve inşaat sektörünü besleyen tedarik zincirine kadar geniş bir yelpazeyi içine almaktadır. Dolayısıyla yerel yönetimler eliyle yürütülen izin ve denetim süreçleri kusursuz yürüse dahi, zincirin geri kalan tüm halkalarının da sorumluluk ve yükümlülüklerini yerine getirmemesi halinde doğal afetlere karşı hazırlıklı olunabilmesi mümkün değil.

Bunun örneğini şu şekilde verebiliriz:

Bir bina için seçilen yerin doğru, zemin etüdünün de temiz olduğunu varsayalım. Mimari projeye uygun betonarme statik hesabı doğru şekilde yapılmış, binanın ayakta kalabilmesi için gereken demir ve beton özellikleri de belirtilmiş. Müteahhitin de eksik malzeme kullanmadığını, binanın statik hesaplarına uygun olarak alması ve bağlatması gereken demiri kullandığını düşünelim.

Tüm bunlar dahi bir binayı güvenli yapmaya yetmiyor. Zira daha önce kamunun elinde olan demir çelik fabrikaları, üretimlerini demirin çekme kapasitesini belirleyen cevheri standartlara göre kullanıyordu. Günümüzde ise özel haddehaneler, örneğin depremde yıkılan binalardan toplanan hurda demirleri kiloyla alıp fırınlarda eriterek, kalitesini de özel laboratuarlarda usule aykırı olarak tescil ettirerek piyasaya sürebiliyor. Bu haddehanelerden alınmış demirin kalitesi düşük olabiliyor ve dolayısıyla her işlemi standartlara uygun yapılmış bir bina, sadece demirin çekme kalitesi (müteahhidin bilgisi dışında) düşük olduğundan, depreme dahi gerek kalmadan yıkılabiliyor.

Devam edelim;

Demirin kalitesinde ve projeye göre bağlanmasında da sorun olmadığını varsayalım. Demir bağlandıktan sonra istenilen direnç kapasitesinde beton dökülmesi için proje standartlarında ve istenen kalitede beton sipariş edilse dahi uygulamada eksiklikler yaşanabiliyor. Hazır betonun C-30 olması gereken seviyesi, özellikle belli kat seviyesi üzerindeki binalara betonu çıkarmakta mikserin gücü yetmediğinde ya da üretim yeriyle binanın yapıldığı alanın uzaklığı nedeniyle harç malzemesi katlara taşınıp orada suyla karıştırıldığında, betonun kıvamında değişiklikler olabiliyor. (Bu nedenle özellikle İstanbul'da beton taşıyıcısı mikser kamyonlarının yol açtığı kazalar hafızalardadır).

Bu gibi durumlarda beton döküm sorumlusu (inşaat ustası) yukarıdan aşağıya doğru belli bir kıvamda akması gereken betonun kolonlara yerleşmesini kolaylaştırmak adına tazyikli su kullandığında ya da kuru olarak hazırlanan betonun su seviyesini doğru ayarlayamadığı zamanlarda, betonun istenilen direnç üretmesi mümkün olmuyor ve C-30 seviyesinde olması gereken betonun direnci, kullanılan suyun seviyesine göre ilk sarsıntıda dahi yıkıma neden olacak seviyelere düşebiliyor.

Buraya kadar olan bütün olasılıklarda müteahhidin çizilen projeye ve yapılan hesaplamalara birebir uygun davrandığı halde kendisinin iradesi dışında yaşanan gelişmeler nedeniyle binasının daha üretim aşamasında sorunlu olması mümkün olabiliyor.

1999 Gölcük depremi sonrasında inşaat sahasında denetim mekanizmasını bir zincir haline getirerek tüm bu yapı sisteminin mevzuata uygunluğunu denetlemek için oluşturulan yapı denetim şirketleri de binaların sağlamlığını güvence altına alamadı. Bunun önündeki en büyük engellerden birisi olarak yapı denetim firmalarının, inşaatların üretimi sırasında sahada olması gereken kadar teknik eleman istihdam edecek kadar gelir elde edememesi gösteriliyor. İnşaatların yapım aşamasında sahada olması gereken teknik elemanların aslında hiç var olmadığı, yalnızca evrak üzerinde imza atarak denetimlerin yapılmış gibi gösterildiği, bu şekilde yapı denetim firmalarının maliyetleri düşürme yoluna gittiği bilinen gerçekler. Keza inşaat şirketleriyle ‘dostça’ ilişkileri olan yapı denetim firmalarının varlığı da herkesin bildiği sırlar arasında…

Yapı denetim şirketi inşaatları, belediyeler de yapı denetim şirketlerini denetliyor olsa da; ne yapı denetim şirketi, ne müteahhit ne de teknik elaman, demir nereden geldiğini, kendilerine gösterilen analiz sonuçlarının doğruluğunu sorgulamadan alınan fatura ve laboratuvar sonuçlarını dosyaya ekleyip geçiyor ve dolayısıyla kağıt üzerinde kusursuz, pratikte ise çürük bir konut stokunun yaratılmasını sağlıyor.

Her deprem sonucu linç edilen müteahhitler olsa da yıkılan binaların sorumluluğu zincirleme olarak binaların projesini çizen, demirinin çekme kapasitesini ölçen, betonun standardını tutturması gereken tüm aktörlere ve en çok da tüm bunların denetimini yapması gereken yerel yönetimlere ait.

Belediyelerin izin vermediği ya da göz yummadığı hiçbir binanın temeli dahi atılamaz. Ülkemizin bütün şehir, ilçe ve mahallelerinde binaların büyük bölümünün kaçak ya da iskan alınamayacak kadar muvazaalı olmasının yine tek nedeni ise yerel yönetimlerin merkezinde bulunduğu haksız çıkara dayalı kirli ilişkiler.

Sonuç olarak; yapı stokunun neredeyse çoğu standartlara uyulmadığı için iskan alamayan yapılardan oluşan ve yine büyük bir bölümü de denetim mekanizmasının körleştirilmesi nedeniyle kusurlu olma ihtimali çok yüksek olan ülkemizde yeni bir deprem olma olasılığı her geçen gün daha da yaklaşırken, tüm imar mekanizmasını bir servet biriktirme aracı olarak kullanan siyasetçilerin ve siyasetin, onlar tarafından beslenen ve onları besleyen yapı denetim şirketlerinin, müteahhitlerin ve zincirin arada kalan tüm diğer halkalarının insanların ölümüne neden olduğu ortada.

Var olan çürük siyasi iklim değişmedikten sonra da ülkeyi veya yerel yönetimleri yönetecek mühür kimin eline geçecek olursa olsun değişen bir şey olmayacaktır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

CHP'de nasıl kurultay delegesi olunuyor?

Cumhuriyet Halk Partisi'nin Türkiye'deki tüm il kongrelerini, 4-5 Kasım tarihleri arasında yapılacak kurultaya giden yolun taşlarını döşemeleri sebebiyle yakından izliyor, kimlerin başkan, kimlerin kurultay delegesi yapıldığını isim isim takip ediyorum. Bu ilgim, illerde oluşturulan kurultay delegasyonunun zihni kolonlarını inceleyerek bu inşa sürecinin sonucunda ortaya çıkacak yapının kurultayda nasıl bir irade ortaya koyacağını ve dolayısıyla oluşacak iradenin partinin iktidar olamama sorununa çözüm üretip üret(e)meyeceğini anlamaya çalışmaktan kaynaklanıyor. Adana kongresi henüz yapılmadığı için kimin il başkanı ve kimlerin de kurultay delegesi olacağı henüz listelenmemiş durumda. Buraya (Adana'ya) ilişkin söz hakkımız baki kalmak kaydıyla merak edenler için ifade etmeliyim ki, tüm Türkiye'de, öteden beri hep olduğu gibi, kongrelerde maalesef çok az siyaset konuşuluyor. İllerdeki kongrelerde temel motivasyon, kalemi elinde bulunduranların aldıkları temsil vekâletinin

Kalıp

Herhalde dünyadaki, ülkemiz, bölgemiz ve hatta şehrimizdeki bütün zenginliği paylaşan bir avuç kişinin en büyük korkusu, bir gün, neyi nasıl düşüneceğimizi, neye nasıl tepki vereceğimizi; neyin ahlaki, neyin kabul edilebilir sınırlar içerisinde olduğuna dair zihnimize çizdikleri sınırları aşmaya cüret edebileceğimiz olmalı...   Korkularının bir gün gerçeğe dönüşmemesi için ise, yerelden başlayarak bütün yerküreye yayılmış televizyonları, gazeteleri, sosyal medyaları, haberleri ile her saniye neye gülmemiz, neye üzülmemiz ve hatta nasıl eğlenmemiz gerektiğine dair alt metinlerle dolu filmler, belgeseller, diziler çekip yayınlıyorlar. Bu sınırları zorlayanları terörist, farklı düşünenleri 'aşırı uç' olarak ilan edecek kanaat önderleri yaratıp besliyorlar. Kendilerine muhalif olanların bir kısmını deli olarak damgalayıp toplum dışına, kanun diye yazdıkları talimnamelere uymayanları da çıkarlarını korumak için tesis edilmiş mahkemeler eliyle cezaevlerine atıyorlar. Bütün bu işleyiş

Deli gömleği...

Yerel seçimler, bir çoğunu yakından tanıdığım çok sayıda ismin yeniden yahut ilk kez seçilerek belediye başkanlığı koltuğuna oturmasıyla, benim de üyesi olduğum CHP'nin 'zaferiyle' sonuçlandı. Bu vesileyle seçilen herkesi kutluyor ve başarılar diliyorum. ... Yerel seçimlerde yurttaşların tercihlerini belirleyen temel dinamiğin, emekli maaşlarının ve asgari ücretin enflasyona yenik düşmesi sonucu iyice hissedilir hale gelen yoksulluk olduğu görülüyor. Seçilen belediye başkanlarının ücret artışları noktasında ellerinden bir şey gelmeyeceği bilinerek yapılan bu tercihi ise biriken öfkenin bir sonucu olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu durumda bu öfke patlamasının sofralara tek etkisi (o da olursa), yoksulluğun etkilerini ancak hafifletebilecek olan sosyal yardımların muhalif belediyeler kanalıyla arttırılması olabilecektir. Yerel seçim sonuçlarını, bir yönüyle ve kısmen, genel iktidara yürümesi için CHP'ye verilen bir avans olarak görmek mümkün. Milli görüş’ün yerelden gen