Ana içeriğe atla

Kürtlerin Galahad'ı

Efsaneye göre Hz. İsa, meşhur son akşam yemeğinde bugün Kutsal Kâse ya da Mukaddes Kâse olarak bilinen kaseyi kullanmış, Aramatya'lı Yusuf ise daha sonra çarmıha gerilen İsa'nın damlayan kanını bu kaseye koymuştur. Mucizevi güçleri olduğuna inanılan bu kase sonrasında birçok öykünün de kaynağı olmuştur.

Kutsal Kaseyi bulmayı başarıp içindeki mucizelere doğrudan bakabilen ve insan dilinin izah edemeyeceği gizemleri görebilen tek kişinin ise Kral Arthur'un yuvarlak masa şövalyelerinden biri olan Sir Galahad olduğuna inanılır.

Bu hikayeyi hatırlamama sebep olan şey, İmralı'nın, Demirtaş'ın 'HDP'nin tutum belgesi' duyurusu ile başlayan, sonradan da Kılıçdaroğlu, Sancar, İYİP sözcüsü Ağıralioğlu ve Temelli'nin 'muhataplık' tartışmalarıyla oluşan kakofoniyi bıçak gibi kesmesi. Bu bir 'güç bende' gösterisiydi. Bu satırlar yazılırken son açıklamayı yapan parti sözcüsü Günay bunu teyit etti. İmralı'yı işaret ederek, "O da böyle istiyordu." diye konuştu. 

Bu açıdan, Kürt sorununda muhatap tartışması yapanlar havaya yumruk sallıyor. Kürtlerin kutsal kasesine bakabilen ve içindeki mucizeleri görebilen tek kişi olan Galahand'ları Öcalan'dan başkası değil.

Bu açıdan İmralı'nın durumu şimdilik stabil görünüyor. Altan Tan ile Ayhan Bilgen'in ayrı parti arayışları, Sezai Temelli'nin Selahattin Demirtaş'ın açıklamasına karşı çıkışı ve Mithat Sancar'ın Demirtaş'a desteği gibi, sadece kamuoyuna yansıyan açıklamalara bile baktığımızda HDP içerisinde bir 'tutum' birliği sıkıntısı yaşanıyor gibi görünüyor.

Bunun hangi seviyede olduğunun göstergesi ise, eğer ertelenmezse, HDP'nin bugün açıklayacağı tutum belgesi ile siyaset üzerine uygulayacağı basınç seviyesini, taşıyabileceği istiap haddi, yükleneceğini açıklayacağı sorumluluğunun sınır ve ölçüsünün çerçevesi olacak.  

HDP'nin tutum belgesinin kapsamı, İmralı'nın sürece müdahale kapasitesini etkileyebilir. Çünkü geleceğin nasıl şekilleneceği, buna nelerin ya da hangi güçlerin etki edeceği hala belirsiz. Şimdilik iki güç çarpışıyor gibi görünüyor:

Birincisi, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun birkaç hafta önce yaptığı "Ülke sınırlarımız içinde silahlı PKK'lı sayısı birkaç yüze kadar indi" açıklaması, devletin bir bölümünün, (Devlet Bahçeli'nin sözcülüğünü yaptığı bir grubun) Kürt sorununa bakışını ifade ediyor. Bu bakış, 'sorunu' askeri olarak sönümleterek, sonlandırma amacında. 

Bunun karşısında ise muhatabı HDP olarak kabul eden, Kürt sorununu da TBMM'de çözme amacı güden yaklaşımı yer alıyor.

İmralı görüşmelerinde masayı deviren Erdoğan'ın tutumu, şartlar değişirse o da değişeceğinden, her an değişme potansiyeli taşısa da (şimdilik) ortağı Bahçeli'nin pozisyonuna yakın duruyor. 

İkinci görüş, çözümün 'demokratikliği', TBMM'de tescillenmesi dolayısıyla meşruiyeti ve 'barış' gibi değerleri içermesi nedeniyle, Kürtler açısından saygın ve kabul edilebilir görünüyor. 

Ama bu yol, onlar açısından belki de birinci seçenekten daha ağır sonuçlara yol açabilir ve bu da ülkemizin geleceğini iyice belirsizleştirebilir.

Bu kuşkumun nedeni, ikinci görüşün kuramcılarının (HDP olduğunu kabul edersek) bunu İmralı ve Kandil ile tam mutabakat halinde yapıp yapmadıklarını bilemememizden ortaya çıkıyor. Bu şüphelerimi besleyen ise, Sezai Temelli'nin çıkışının, düzeltmede kaydedildiği gibi gerçekten bireysel olup olmadığı konusunda kamuoyunun yeterli düzeyde ikna edilememesi. İmralı kakofoniyi bıçak gibi kesti kesmesine, ama konuyu aynı netlikte açıklığa kavuşturmadı. 

Eğer kuşkularımda haklıysam, sürecin başlamasından sonra herhangi bir nedenle oluşabilecek bir başarısızlık veya varılacak mutabakatın tartışılmaya başlanması durumu, tabanda ciddi sarsıntılara yol açabilir. Bu da, başarı/başarısızlık veya memnuniyet/memnuniyetsizlik üzerinden sorunun iki taşıyıcı kolunu olan HDP ve Kandil arasındaki bağa zarar verebilir. 

Bu Kürtlerin başına gelebilecek en tehlikeli sonuçlardan birisi olacaktır. Aynı anda hem PKK'yı silah bırakmaya ikna edip hem de Kürtleri ana gövde olarak memnun edemeyen 'kısmi' bir sonuç, tüm taraflar açısından hiç de istenmeyen sonuçlara yol açabilir. 

Bu, mücadele içinde şimdiye kadar en azından belli oranda 'ortaklaşmış' çevrelerin kendi içlerinde yol ayrımına neden olabilir ya da daha başka bir sorun olarak karşılarına çıkabilir. Bunlar her halükarda asla istemeyecekleri, bölünüp parçalanmanın işaret fişeği demektir. Yekpareliği tartışılan bir güç, farklı seslerin daha çok çıkacağı bir iklimin habercisidir. 

Bunun ne anlama gelebileceğini en iyi bilenlerden birisi hiç kuşkusuz Öcalan. İmralı tutanaklarına yansıyan "Türk solunu 40 yıldır sırtımda taşıyorum" sözü, devrimci ve sosyalistler açısından açık bir haksızlık olsa da, dağılmış, dağıtılmış birden çok farklı çevrenin etkisine girdiği için hedefini yitirecek olanların akıbetini özetliyor. 

Buraya kadar anlattıklarımdan, pozisyonunu açık eden taraflardan birisinin yaklaşımının ülkemizin ihtiyaçlarına yanıt vereceği düşüncesinde olduğum sanılmasın. Her iki yaklaşım da sorunun kaynağına yönelik bir tedbir içermiyor. 
 
Bu soruna bakışımı ve çözüm iradesinin hangi yönde geliştirilmesi gerektiğini geçen haftaki 'Selahattin Demirtaş ve HDP'nin Tutum Belgesi Üzerine' başlıklı yazımda dile getirmiştim.

Tüm bunları anlatmaktaki amacım, buradan tarafların tutumlarını tartışmak değil. Tüm bunların ülkemizin hiçbir sorununu çözmeyeceği gibi, özelde de Kürt sorunun çözümüne bir gram katkı yapmadığını ve yapamayacağını biliyorum. Bu siyaset anlayışı ve yaklaşımındaki tarafların pozisyonlarını bir kez daha teyit ederek kayıt altına alıyorum. 

Sonuç olarak Öcalan, Kürtlerin en azından önemli bir bölümü için Hrıstiyanların kutsal kasesi hikayesindeki Galahad kadar değerli. Bununla beraber; siyasi okuması, geleceğe ilişkin geliştirdiği perspektifi ve özellikle İmralı tutanaklarına yansıyan düşünsel düzlemi, ülkemizin emperyalist merkezlerden ve sermaye düzeninden bağımsız bir gelecek mücadelesini kapsamıyor.

Tarihin doğru tarafı, kimlik, mezhep eksenli çözümsüzlük sarmalında kaybolmayanların yanıdır. 














Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kılıçdaroğlu'nun Zihnindeki Yük!

Bazı anlar vardır; zihninizdeki soru, bir dağı sırtlayıp kilometrelerce öteye taşımaktan daha ağır gelir. Umut etmek istiyorum ki, Sayın Kılıçdaroğlu böyle ağır bir yük taşımıyor! Çünkü aşağıda aktaracağım açıklaması ile zihinlere taktığı sorular, kendilerini değersizleştirmiş olanların sadakatini satın aldıklarından oluşturan, cahil Belediye Başkanlarına işaret ediyor. Çocuksu bir özgüven eksikliğinden kaynaklı, zayıflık patolojisi içindeki başkanlar, övgüleri gerçek sanıp içselleştirerek her türlü hataya açık olabilir. Aralarında Adana'nın da bulunduğu İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Muğla, Mersin gibi nüfusun ve milli gelirin neredeyse yarısına yakınını temsil eden 11 Büyük Şehir Belediyesi kendi atadığı Başkanların yönetimindeyken 'Belediyeleri rant dağıtım merkezi olmaktan çıkarmalıyız' diyen sayın Kılıçdaroğlu neden böyle bir açıklama yaptı? Bu açıklamayı yapmadan önce partili belediye başkanlarına özel olarak bunları söylediğini düşünmemiz gerek; çünkü kamuoy...

Yeni gerçeklikler...

Eger barış süreci akamete uğramaz, uğratılmaz, yani alt kimlik milliyetçiliğinin siyaset üzerinde yaptığı serap etkisi dağılırsa ortaya çıkacak sosyolojik iklim, siyasetteki tıkanıklığı açacak seçeneklerin oluşmasının önünü açabilir. Aslında barış sürecinin de siyasi, ekonomik ve jeopolitik tıkanmaların bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Eski hikayeler albenisini kaybettikçe anlatıcılarının özgül ağırlığı da ortadan kayboluyor, farklı yollar aranması kaçınılmaz oluyor. Aynı emareler muhafazakar-laik çatışmasını kaşımanın ekonomik resmin üzerini örtmeye yetmemesi gerçeğinin ayyuka çıkması konusunda da görülebilir. Ama oralara şimdi girmeyelim... Alt kimlik tartışmalarının olmadığı bir Türkiye, siyasetin elle tutulur konular tartışılarak yapılmasını gerektiren bir ortama zemin hazırlayacaktır, en azından umudumuz o yönde. Böyle bir Türkiye'nin siyasi haritası nasıl görünür diye merak edenler varsa, son Almanya seçimlerine bir göz atmalarını öneririm. Sosyal Demokrasi'nin, anavat...

Beşiktaşlılar üzülmeyin, ADS sizin için de var...

Süper liği takip eden futbol taraftarları arasında Beşiktaş'ın küme düşmesi neredeyse kesinleşmiş ADS'ye yenilmesi futbol ile ilgili ilgisiz bir çok kesimde dikkat çekmiştir. Bu yenilgiye şaşıran ve de özellikle üzülenler çoğunluktadır. Ama şaşıran ve üzülenler başta olmak üzere herkesin bilmesi gereken bir gerçek var ki Beşiktaş sadece bir futbol kulübüne karşı değil çok zor zamanlarda ve ancak tarihin belli dönemlerinde vücut bulabilecek bir şehrin ruhuyla karşılaştı. Ortaya çıkan sonuç da bunun karşısındaki için kaçınılmaz olacaktı. KİR, SUÇ; FUTBOL Yok, 1932'den 1968'e kadar Portekiz'in idaresini elinde tutan faşist diktatör António de Oliveira Salazar'ın rejiminin fado ve fatima ile birlikte üç dayanağından biri olduğu gerçeği ile özdeşleşen futbolu kutsayacak değilim.. (Portekizce: três F de Salazar) Futbol'un, kulüpler arasındaki karşılaşmalarının skor dışındaki gri alanına yoğunlaşıldığında, kendini ya da otoritesi için kitlelerde meşruiyet arayanlar...