Ülkemizde 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile
yeni bir evresi uygulanmaya başlanan kapitalist ekonomik sistem, yine ve
yeniden bir kez daha tıkandı. Neoliberal sermaye birikim modeli krizi, (Mülksüzleştirme
yönetimi) siyasetin yeniden yapılandırılması yöntemiyle bir kez daha aşılmaya
çalışılıyor.
Aşağıda anlatacaklarım elbette 17 yıldan
bu yana ülke yönetiminde bulunan Erdoğan’ın rolünü küçümsemek, ona yöneltilen
ve yöneltilecek eleştirileri önemsizleştirmek amaçlı yazılmadı. Yine elbette ‘ Erdoğan kötü yönetiyor’ diye başlayıp daha
bir sürü eleştiride bulunulabilir ve bunlarda haklı da olunabilir. Ama bu
gerçek, Erdoğan’ın bir sonuç olduğu gerçeğini de değiştirmiyor.
1999 krizinde IMF ve Dünya Bankası ( Kemal
Derviş) sopasıyla düzenlenen siyasi düzlemde iktidara gelen Erdoğan, 2007’den
beri uluslar arası finans kapital ve içerideki uzantıları ile elbirliği içinde
sıkıştırılmaya çalışılıyor. Yaşanan krizin nedeni ve ülkemizdeki bütün
kötülüklerin kaynağı ve sebebi Erdoğan’mış gibi gösterilerek, yeteri kadar
seçmen ikna edilmeye çalışılıyor.
Erdoğan’ı bütün kötülüklerin merkezine
oturtmamızı istiyorlar. Oysa bu gerçekçi değil. Bu gerçeğin sadece bir yüzü.
Onların isteği, bütün yaşadıklarımızın suçunu O’nun üstüne atarak, Erdoğan
sonrasında, yine düzen içinden gelip aynı sonucu doğuracak uygulamaları yapacak
olanları dikkatlerimizden saklamak.
Ne zaman Anayasa tartışmaları başlasa ve güçlerin ayrılığı ilkesinin
güçlendirilmesinden çıkılsa; meclisin yetkilerinin artırılması, yerel
yönetimlere yetki devri, basın ve inanç özgürlüğü alanlarının genişletilmesi ile
kültürel renkler vaatleri sıralanmaya başlansa;
Toplumda huzursuzluk artmış ve tıkanan
sistem nefes alabilmek, yeni mülksüzleştirme yöntemi ile sermaye transferleri
sağlayacak alanlara ihtiyaç duyuyorlar demektir.
Biz de anlıyoruz ki kriz derinleşmiş, oyun
ve oyuncu değiştirmeye ihtiyaç duyuyorlar.
Bu işte uzmanlaştılar artık.
Ama biz de öğrendik.
Bütün topluma ait olan iktisadi
zenginlikleri, sermaye sınıfına devrederken, bu mülk devrine
direnemeyecek kadar toplumun örgütlülüğünü eritip halkı baskılamanın ilk
versiyonunu 12 Eylül 1980 yılında gerçekleştirmişlerdi.
Milyonlarca insanı işkenceden geçirip,
parti ve sendikalar kapatılırken hatırlayın, 3 kişinin yan yana gelmesi bile
yasaklanacak kadar toplum baskılanıp, bütün örgütlülükleri kırılmıştı.
Niye olduğu, neden yapıldığı şimdi yaşadığımız
sonuçlarla, daha iyi anlaşılmaya başlandı.
Türkiye 12 Eylül ile açılan yol sonrasında,
1994 yılında DYP-SHP koalisyonuna imzalatılan Gümrük Birliği anlaşması ile çok
yüksek sömürü oranına sahip bir ülke haline getirildi. Sadece Gümrük Birliği
nedenli ülkemizin 300 milyar dolara yakın zararı olduğuna ilişkin İstanbul Mali
Müşavirler Odası’nın araştırmasını ‘ Neoliberaller CHP’yi nasıl ele geçirdi’
adlı kitabımda detaylı olarak aktarmıştım.
Bütün kitle partilerinde egemen güç haline
gelen liberaller, sadece şekil itirazları dışında hiç bir dirençle
karşılaşmadan, bu anlaşmayla, başta tarım alanında olmak üzere Türkiye’nin
boynuna idam fermanını asmışlardı.
Peki ne olmuştu da Erdoğan ile aralarına
kara kedi girmişti?
Bunlardan en önemlisi, belki de birincisi,
Erdoğan artık Türkiye’yi dizginsiz yönetmek istiyordu.
Bunun için de ilk yapması gereken ve
yaptıklarından biri,1999 krizini onarma şartları arasında sayılarak
yasalaştırılan, Merkez Bankası bağımsızlığı başta olmak üzere finans kapitalin
bekçi köpeği sayılan kurumlardan olan Tütün, Şeker gibi Üst Kurullar ile BDDK
gibi kurumların efendileri ile olan ilişkisine sınırlama getirmesini
sayabiliriz.
Finans kapitalin ülkemiz ekonomisini
yönetme araçlarını açıkça devre dışı tutacak kararlar almaya başladığında
Erdoğan’ın raydan çıktığını anladılar ve önce burnunu sürtmeye çalışıp,
başarılı olamayınca her defasında yeni bir yol bularak sonuç almaya
çalışıyorlar.
Erdoğan’ın ne istediğini, ülkeyi neden
dizginsiz yönetmeye başladığını ve bunun sonuçlarını yaşayarak biliyoruz.
Ama peki zamanında IMF ve Dünya Bankası’nın
kasalarını sonuna kadar açıp istedikleri yasaları geçirip 450 milyar dolarlık
borçlanmaya izin verenler, Erdoğan’ın
ilk döneminde ülkemizi dikensiz gül bahçesi gibi yönetmesine bırakın karşı
çıkmayı açıkça destek verenler, şimdi neden Erdoğan gitsin diye çalışıyorlar?
O zaman da basın özgürlüğü yoktu, O zaman
da kişisel hak ve özgürlükler üzerinde baskı vardı, o zaman da gelir dağılımı
adaletsizliği vardı, işsizlik, yoksulluk diz boyuydu.
O zaman da Kürtler vardı, o zaman da etnik
ve mezehepsel sorunlarla boğuşuyorduk. O zaman da 1915 yılı kaynaklı Ermeni
tartışmaları yaşanıyordu...
Bu ve benzeri sorunların hiç biri onları o
zaman ilgilendirmiyor, aksine ülkelerinin, kiliselerinin, mezheplerinin,
cemaatlerinin onur nişanlarıyla taltif edip Meclis kürsülerinde konuşturuyor, Erdoğan’ı
demokrasi kahramanı olarak tüm dünyaya pazarlıyorlardı.
Ne oldu değişen?
Birçok değişken var ama herhalde en kayda
değer olanların başında, Onların asıl olarak süngüsü düşük bir Türkiye
hedefledikleri belli…
Bugün S-400 konusunda destur diyenlerin
Türkiye’ye biçtikleri gömlek daha iddiasız bir kapitalizm ve batı emperyalizmi
karşısında daha itaatkâr bir uluslararası siyaset.
Dolayısıyla AKP’nin 17 yıldır yönettiği
sermaye birikim döneminin özünün neye dayandığı sorusunu yanıtlamadan, toplumun
bütün öfkesini Erdoğan’ın üzerine boşaltması temelli bir gelecek kurgusunun, bu
tartışmada doğru pozisyon olduğunu düşünmüyorum.
İster ‘Millet’ isterse ‘Cumhur’ kod adlı
olsun bu büyük uzlaşma adları altında başlatılan koalisyonlar süreci bu
tıkanmayı yine, yeniden, bir kez daha sermaye sınıfı adına aşmak için hareket
ediyor.
Oysa dünyada yeni ve ölçekli tartışmalar da
yapılıyor, milyarlarca düzen muhalifi başka seçeneklere yöneliyor.
Yeni bir dönem başlarken dialektik bize
her şeyin karşıtı ile var olduğunu öğretiyor. Toplum bu arayışlara kulak verir
mi bilinmez. Ama en azından ülkemizde sürüden ayrı politik seçeneklerin halka
sunulması için neoliberal karşıtı bir hat oluşturulması gerekliliği üzerine tartışabilmemiz
gerekiyor.
Turgay Develi.
24.Dönem Adana Mv.
24.Dönem Adana Mv.
Yorumlar
Yorum Gönder