Ana içeriğe atla

Koyu Demli Bir Çay Sohbeti

Hasret Gültekin, Metin Altıok'un, ' Öyle bir ölsem öyle bir ölsem ki çocuklar size hiç ölüm kalmasa' diyen Aziz Nesin'in de aralarında bulunanlara yönelik, Madımak oteli katliamı başladığında, "Birimize bir şey olursa ne yaparız?" sorusunu, "Kalanlar ölenlere şiir yazar" diye yanıtlamış. 

Koyu demli bir çay sohbetinin tam orta yerinde, hafif açık sesli radyoda Hasret Gültekin'in "Derman Sendedir" türküsü duyulmaya başladığında,Odatv'de Soner Yalçın'ın yazılarını yorumluyor, araya kendi sendikacılık dönemindeki işçi hareketlerinden örnekler de sıkıştırıyordu. O anda, başını hafifçe yukarı kaldırdı ve gözlerini tavana dikti. Sanki Madımak'ta yakılan kendisiymiş gibi kaskatı kesilmişti. O an nereye gitmişti bilemedim. Türkü bittiğinde o da tükenmiş gibiydi. Bana Hasret Gültekin'in "kalanlar ölenlere şiir yazar" sözlerini, o tükeniş sonrası kaskatı halinden çözülünce ağzından çıkan ilk cümlede anlatmıştı.

Bazı sesler, bazı sahneler, bazı renkler ya da bazı cümleler insanın aklına mıh gibi çakılır. Bir süre eşlik eder. Sonra, başka bir köşeye mi yuvarlanır, hatıramızda diğer şeylerin içinde mi erir, bilemiyorum. 

Direksiyonu kaplayan ellerim sırılsıklam, zihnim, takılmış plak gibi mütemadiyen annemin "konuşsana Omar, bak çocukların, torunların gelmiş" diyen sesini tekrarlıyordu. Buradaki o harfini özellikle sesin dönüşmüş haliyle yazdım. "Omar", annem tarafından Ömer'in, sadece babama has olarak "bükülmüş" halidir. Annem, "babanız hiç gülmediğinden yüzünde hiç kırışıklık yok" diyerek şikayet edince bile babam yine sessizce, gözleriyle gülerek cevaplardı.

Her hafta sonu başlarına toplandığımızda neredeyse hiç ağzını açmadan sessizce dikilir, bizleri izler, dinlerdi. O anda, gençliğinin geçtiği Kadirli'nin Köseli köyünde, taneye duran buğday tarlalarının ortasında, bütün torunlarını kucaklayarak güreşe tutuşan bir delikanlıya mı bakardık, yoksa her sonbahar ekin biçme sezonu sonrası bütün parçalarını sökerek dağıttığı biçerdöverinin parçalarının bakımını yaptıktan sonra yağlayıp tek tek takmaya çalışan, ama gözlerinin önünde oyunlar oynayan torunlarına bakarken parçaların yerini şaşıran bir ustaya mı bilemezdik.  Biz kendi dünyamızda annemizin yemek hazırlama telaşının ortasında kaybolurken o, ortamda hiç olmamış gibi, evin bir köşesinde kendine bir iş yaratır, gözlerini de üzerimizden kaldırdığını ise çok sonradan fark ederdik.

Sessizliği bizim için sessizlik değildi, biliyorduk bilmesine ama hangi zamanın, hangi mekanındaydı onu bilemiyorduk.

Babamı (geçen Eylül ayında) toprağa verişimizin ertesi günü, çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği Yüreğir - Köprülü mahallesindeki baba ocağına varmak için Seyhan nehri ile sulama kanalı arasındaki yoldan bu düşünceler ve duygu karmaşasında ilerleyerek eve varıp kalabalığın arasına karıştım. Tam da o anda onun sessizliğinin aslında sessizlik olmadığını,  ancak onun olmadığı zamanın gerçek manada bir sessizlik olduğunu anladım.

Neredeyse 7'den 70'e herkesle ya akraba olduğum ya da tanıdığım bu mahallede, babasız kalınca, kalabalığın arasında kimsesiz kalmıştım. Kalbim Aladağlar kadar sessizleşmişken gözlerim ise, tutunacak bir dal bulma umuduyla, incir ağacında, çocukken her sabah bize günaydın dercesine öterek uyandıran kumruyu aradı.

Jean Paul Sartre'in, çoğunuzun hafızasına kazılı "Bir insan her zaman bir hikaye anlatıcısıdır; kendi hikayeleriyle ve başkalarının hikayeleriyle çevrili yaşar, başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır" cümlesiyle Hasan Ali Topbaş'ın "Harfler ve Notalar" kitabında karşılaştığımda aklımdan geçenler, yukarıda aktardıklarım oldu.

(Başkalarının hikayelerinin anlatıcısı olan) Gazeteci, Yazar, Sanatçı dışında neredeyse herkes kendi hikayesini yaratır ve anlatır. Hayatın içinden geçerken ardımız sıra bizi izleyen, bizden bağımsız ve başına buyruk bu hikaye neye benzer, bu hikayeler neden 'yaratılır' ve anlatılır, bu ne işimize yarıyor, kuşkusuz bu soru psikolojinin, sosyolojinin, edebiyatın, teolojinin ve felsefenin alanında. Belki de tarih ve hatta antropolojinin.

Diz çökenlerin bir daha ayaklarının üzerinde doğrulamadığına sayısız tanıklığı ile, bana, Michael Torunier'e cezaevinde yatan mahkumların gönderdiği uzun ayaklı masanın ne anlama geldiği hikayesini" anlatmış, "Yazar dediğin ayakta yazmalı, diz çökmemeli" diye yol gösterirdi.
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                   

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

CHP'de nasıl kurultay delegesi olunuyor?

Cumhuriyet Halk Partisi'nin Türkiye'deki tüm il kongrelerini, 4-5 Kasım tarihleri arasında yapılacak kurultaya giden yolun taşlarını döşemeleri sebebiyle yakından izliyor, kimlerin başkan, kimlerin kurultay delegesi yapıldığını isim isim takip ediyorum. Bu ilgim, illerde oluşturulan kurultay delegasyonunun zihni kolonlarını inceleyerek bu inşa sürecinin sonucunda ortaya çıkacak yapının kurultayda nasıl bir irade ortaya koyacağını ve dolayısıyla oluşacak iradenin partinin iktidar olamama sorununa çözüm üretip üret(e)meyeceğini anlamaya çalışmaktan kaynaklanıyor. Adana kongresi henüz yapılmadığı için kimin il başkanı ve kimlerin de kurultay delegesi olacağı henüz listelenmemiş durumda. Buraya (Adana'ya) ilişkin söz hakkımız baki kalmak kaydıyla merak edenler için ifade etmeliyim ki, tüm Türkiye'de, öteden beri hep olduğu gibi, kongrelerde maalesef çok az siyaset konuşuluyor. İllerdeki kongrelerde temel motivasyon, kalemi elinde bulunduranların aldıkları temsil vekâletinin

Kalıp

Herhalde dünyadaki, ülkemiz, bölgemiz ve hatta şehrimizdeki bütün zenginliği paylaşan bir avuç kişinin en büyük korkusu, bir gün, neyi nasıl düşüneceğimizi, neye nasıl tepki vereceğimizi; neyin ahlaki, neyin kabul edilebilir sınırlar içerisinde olduğuna dair zihnimize çizdikleri sınırları aşmaya cüret edebileceğimiz olmalı...   Korkularının bir gün gerçeğe dönüşmemesi için ise, yerelden başlayarak bütün yerküreye yayılmış televizyonları, gazeteleri, sosyal medyaları, haberleri ile her saniye neye gülmemiz, neye üzülmemiz ve hatta nasıl eğlenmemiz gerektiğine dair alt metinlerle dolu filmler, belgeseller, diziler çekip yayınlıyorlar. Bu sınırları zorlayanları terörist, farklı düşünenleri 'aşırı uç' olarak ilan edecek kanaat önderleri yaratıp besliyorlar. Kendilerine muhalif olanların bir kısmını deli olarak damgalayıp toplum dışına, kanun diye yazdıkları talimnamelere uymayanları da çıkarlarını korumak için tesis edilmiş mahkemeler eliyle cezaevlerine atıyorlar. Bütün bu işleyiş

Deli gömleği...

Yerel seçimler, bir çoğunu yakından tanıdığım çok sayıda ismin yeniden yahut ilk kez seçilerek belediye başkanlığı koltuğuna oturmasıyla, benim de üyesi olduğum CHP'nin 'zaferiyle' sonuçlandı. Bu vesileyle seçilen herkesi kutluyor ve başarılar diliyorum. ... Yerel seçimlerde yurttaşların tercihlerini belirleyen temel dinamiğin, emekli maaşlarının ve asgari ücretin enflasyona yenik düşmesi sonucu iyice hissedilir hale gelen yoksulluk olduğu görülüyor. Seçilen belediye başkanlarının ücret artışları noktasında ellerinden bir şey gelmeyeceği bilinerek yapılan bu tercihi ise biriken öfkenin bir sonucu olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu durumda bu öfke patlamasının sofralara tek etkisi (o da olursa), yoksulluğun etkilerini ancak hafifletebilecek olan sosyal yardımların muhalif belediyeler kanalıyla arttırılması olabilecektir. Yerel seçim sonuçlarını, bir yönüyle ve kısmen, genel iktidara yürümesi için CHP'ye verilen bir avans olarak görmek mümkün. Milli görüş’ün yerelden gen