Ana içeriğe atla

İntihar etmeyeceğiz...

2011 yılında gerçekleşen G-20 zirvesinde Almanya Şansölyesi Angele Merkel, ABD Başkanı Obama ile Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'ın birlikte yer aldığı bir toplantıda, Euro bölgesindeki mali krizin çözümü için Almanya'nın yapması istenenlerle ilgili elden ele dolaştırılan kagıt parçasını okuyunca sinirlerine hakim olamayarak 'Hayır, bu adil değil. İntihar etmeyeceğim.' diyerek ağlamaya başlamıştı.

Yukarıdaki olay, Peter Spiegel'in 2011 yılında Euro bölgesini ve hatta Avrupa Birliği'ni dağılma aşamasına getiren krizin üç gününü tanıklarıyla görüşerek kaleme aldığı ve Financial Times'ta 2015 yılında yayınlanan yazı dizisinin giriş paragrafında anlatılıyor.

Bu olayı anlatmaktaki amacım, istemediği bir durumla karşılaşan bir liderin kontrolünü kaybedebildiğini hatırlatıp, seçim akşamından bu yana mütemadiyen ağır bir saldırı altında bulunan Kemal Kılıçdaroğlu'nun yaşadıklarının karşılaştırmasını yapmak ya da liderlerin kriz anlarında nasıl bir duygusal/insani tutumlar takınabildiklerinin resmini çizmek değil. Aradığım yanıt, liderlerin yaşadıkları duygusal kopuşlardan sonra ne kadar süre içinde rasyonaliteye döndükleriyle ilgili de değil. Yukarıda bahsettiğim toplantıdan sonra Obama'nın Merkel'i teselli edercesine elini omzuna attığı kare Beyaz Saray fotoğrafçısının objektifine yakalanmış ve o yılın en ünlü fotoğraflarından birisi olmuştu. Ancak işin bu tarafını magazinin Duçesi Ertuğrul Özkök'e havale ederek devam edelim.

ABD Başkanı, Fransa Cumhurbaşkanı, İtalya Başbakanı ve daha nicelerinin olduğu bir toplantıda, Almanya'nın güçlü şansölyesinin dünyanın geri kalanının karşısına geçerek kendisinden yapması istenenin intihar olduğunu söyleyerek gayet insani bir şekilde gözyaşlarını tutamaması gibi tarihi bir ana sebebiyet veren, Yunanistan'ın borçları nedeniyle çıkan Euro bölgesi krizine değinmemin sebebi Çipras ve partisi Syriza örneğini vermek de değil. Açlık ve sefalete boyun eğmemek için meydanlara çıkan Yunan halkının güç ve umutlarının cisimleştiği 'radikal sol' söylemli Çipras'ın, finans kapitalin bütün koşullarını kabul ederek halkına ihanetini ya da onun radikal solcu olduğunu zanneden ya da hala böyle olduğunu düşünecek kadar zihni genetikleri değiştirilen ve ona öykünen bizim taraftakilerin sefaletini tekrar tekrar anlatmanın pek bir anlamı yok. Zaten daha o günlerde Oda Tv'ye yazdığım yazılarda önce Çipras'tan bir devrimci çıkmayacağını, onun yoksul Yunan halkının duygu ve taleplerini kullanarak iktidara gelmek isteyen bir küçük fırsatçı olduğunu ve nihayetinde de bulduğu ilk fırsatta halkına ihanet edeceğini ve politik olarak çökeceğini; bu öngörüm gerçekleştikten sonra da, yani Çipras krizin bütün faturasının halkının sırtına yüklenmesine aracılık ettikten sonra da bunun gerekçelerini anlatmıştım.

Merkel'e ve dolayısıyla Almanya'ya yapılması gerekenleri dikte etmek için Avrupa'nın içişleriyle ilgisi olmaması beklenen ABD'nin Obama düzeyinde devreye girmesiyle, ülkelerin anayasalarına kadar uzanan değişiklikleri kabul ettirerek Euro bölgesinin dağılmasını engelleyenlerin niyetini sorgulamayı da gereksiz buluyorum. Bunun sebebi ABD'nin küresel çıkarları gereği meseleye dahil olup Grexit'i engelleyerek Avrupa'nın bir büyük balina olarak kalmasını istemesi, bölgede Rus hegemonyasına karşı AB duvarını sağlamlaştırmak istemesi veya başka birçok ihtimalden biri olarak sorunlu üyelerinden kurtulan AB'nin iç sorunlarını çözüp güçlenerek ABD ile hegemonik bir güç savaşına girişebileceği kaygılarına dayanması veya hepsi birden de olabilir. Elbette tarih dün Yugoslavya'yı parçalayan, bugün de tüm AB ülkelerini NATO eliyle, yıllardır tasarladığı Rus-Ukrayna savaşı içine çekerek yüzbinlerce insanın ölmesine milyonlarcasının da yerinden yurdundan olmasına yol açan saldırganlığı ve bunun müsebbiplerini de kaydedecektir.

Burada amacım, kendi içlerinde de envai tür farklılıkları barındıran yirmiden fazla ülkeyi tek bir çatı altında toplayan Avrupa Birliği'ni 2011'de girdiği Euro krizi sırasında parçalanmadan kurtaranların, Türkiye'yi ve bölgemizi tam tersine etnik kimlik, mezhep ve dil aidiyetleri üzerinden yeniden formatlayarak, yıktıkları ulus devletlerin anayasalarını da kimlik ve mezhep ölçütlerine göre yazdırarak insanlar arasında onulmaz uçurumlar oluşturmaya çalışmalarındaki ikiyüzlülüğe vurgu yapmak da değil. Zaten bu 2011'in krizi, haber de eski haber...

Kriz sürecinde Almanya'dan talep edilenlere direnen Merkel'i iknaya götüren sihirli cümle ise bir danışmanından gelmiş: "Zaten fiyatlanmış olanı satın alıp, sorunu kontrol altına almalıyız." Olan oldu, ders çıkarıp, geleceğe bakalım olarak özetlenebilecek bu yaklaşım, belki de Türkiye'nin de içinde bulunduğu durumu en iyi yansıtan cümlelerden biri...

Bir yandan uluslar dağıtılıyor, hemen yanı başımızda tam donanımlı orduların refakatinde şehir devletleri kuruluyor, öte yandan ulus-üstü birlikler inşa edilip büyütülüyor. Küreselleşme bizzat lokomotifi olan ABD tarafından rafa kaldırılırken BRICS ülkelerinin Suudi Arabistan'ı da aralarına alarak dolar hegemonyasına karşı bir alternatif oluşturmaya hazırlandığı haberleri basına düşüyor; dünya yeni krizler, yeni fırsatlar, yeni sistem tartışmalarıyla çalkalanıyor.

Eğer zaten fiyatlanmış olanı satın alıp sorunları kontrol altına alacaksak, önce içinde bulunduğumuz durumu tüm gerçekliğiyle resmetmek gerekiyor. Herhalde bunun ilk şartı da, 29 Ekim'de 100. yaşını kutlayacağımız Cumhuriyetimizden geriye ne kaldığının bilançosunun çıkarılması olmalı... Eğer olanlardan ders çıkaracak ve geleceği de buradan çıkarılacak derslerle tasarlayacaksak, öncelikle Cumhuriyetin yıkılmaya yüz tuttuğunu, onu korumakla görevli partinin ise, sosyal demokratların, liberallerin oyuncağı haline gelmiş, getirilmiş durumda olduğu için bu tasfiyenin bir parçası, ya da en hafif tabiriyle kurduğu düzen yıkılırken en itibarlı locaların değişmez mukimi olarak izleyicisi olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Hiç kuşkusuz bunun en önde gelen nedeninin, ülkenin bağımsızlık savaşını yürütüp ulus devleti inşa eden partisinin zihnen atomlara bölünmüş olması diye düşünüyorum. Kaptan köşkünde oturan liderinin daha iki gün önce kuş tüyü yastıklarda yatırıp, kadife eldivenler giydirerek partiyi yönettirdiği el bebek gül bebek kurmayları, ana karargâhı, tüm stratejik karar al(ama)ma mekanizmaları ile birlikte karşı tarafa geçmişken, bu partinin eski ve yeni yöneticilerinin buluştuğu her iki kanadının da gün itibariyle neyi savunulabilir gördüğü veya savunuyor göründüklerinin ise ülkeyi ve partiyi yıkıma götürmekten başka bir işe yaramadığı ise apaçık ortada.

Bu ülkeyi bir arada tutan ulus devlet, bunun dayanağı da bağımsız bir cumhuriyet fikriyken, bunu gerçekleştiren iradenin vücut bulmuş hali olan cumhuriyetin kurucu partisi, dünyanın hiçbir yerinde kaydedici bir başarı öyküsü yazamayan, şimdilerde de batı tiplisi pazarlanmaya çalışılan sosyal demokrasinin kahredici yenilgiler zincirinin bir halkası olmamalı. Ulusların onyıllar boyunca gelişimlerini engelleyen neoliberalizmin kurbanlarından birisi olmaktan da kurtulmalı.

Bu itibarla, batı tipi bir sosyal demokrat parti yaratma hedefiyle yeni bir program yazma propagandası yapanların çabası, ülkemizin içinde bulunduğu şartlar ve mevcut siyasi iklim göz onünde bulundurulunca, kör göze sürme çekmekten öte bir anlam taşımayacaktır kanaatindeyim. Bugün bizlere kurtarıcı olarak sunulan Avrupa sosyal demokrasisinin durumuna 24 Temmuz tarihli 'Hatasını ilk kabullenen kazanacak' başlıklı yazımda değindiğim için burada tekrar etmek istemiyorum. Keza CHP'nin yeni parti programının belirlenebilmesi için üyelere yaptığı çağrının metninde yer alan kelimelerin seçimi dahi aynı bayat liberal yemeğin tadını veriyor:
“Cumhuriyet’in kuruluşunda temel bir rol oynamış olan CHP, bugünkü dünya ve Türkiye koşullarında demokrasi, eşitlik, özgürleşme, katılımcılık, bilime dayalı ilerleme dahil ortaya çıkan kritik alanlarda öncülük yapmasını sağlayacak yeni bir program hazırlamak ihtiyacı ile karşı karşıyadır."

Hem ülkemizin hem de bölgemizin refahı, barışı ve istikrarı için gereken demokrasi, katılımcılık ve benzeri meyvesiz tartışmaları tekrar tekrar yapmak değil; halkçı, yurtsever, bağımsızlık odaklı, planlamacı ve laik cumhuriyet değerlerini öne çıkaracak bir politik iradenin ortaya konulabilmesi, onun anahtarı ise bu kabiliyete sahip kadroların yaratılabilmesidir.

Bugün Türkiye'de ana akımda yapılan fikri tartışmalar, siyasetin gündeminde yer alan konular, halka anlatılanlar, kulislerde konuşulanlar, gazetelerde yazılıp televizyonlarda mesele yapılanlar, bunların tamamını bir araya getirsek ortalama bir yabancı gazetenin herhangi bir haberinin altındaki okuyucu yorumlarının seviyesine çıkamaz. Ana akım siyaseti oluşturan partilerin en yetkili organlarında yer alan isimlerin tamamına yakını, var olanın dışında bir çizgiyi hayal dahi edemiyor. Aynılaştırılan partilerin dönüp dönüp aynı politikaları uygulamasının sonucu ise ortada; ülke uçurumun, halk da sefaletin eşiğinde...

Dünyada artık kitlelerin hoşnutsuzluğu yönetilemez hale gelmiş; açlık ve sefaletin hüküm sürdüğü ülkemizde ise bir kaç ay önce seçim kazanmış cumhurbaşkanı, daha mazbatasının mühürü kurumadan bir kaç dolar için tura çıkmak zorunda kalmış durumda. Buna mukabil bu şartlarda bile partiye seçim kaybettiren, MYK ve PM üyesi, grup başkanı, başkan vekillikleri koltuklarında oturup, partiyi yönetmenin sadece kendi arkadaşlarını milletvekili ve belediye başkanı atamak olduğunu düşünenler, en büyük sorumluluk Genel Başkanda olsa da, sanki tek sorumlu oymuş gibi kendi koltuklarını korumak ve hatta genişletmek telaşına kapılmış durumdalar.

13 yıl kullandıkları yetkinin sorumluluğunu üstlenmeden tükenişin tek sorumlusu olarak Kılıçdaroğlu'nu işaret edip, uzun yenilgiler serisi sonrası haklı olarak ortaya çıkan tepkilerin, değişim ve yenilenme talebinin ardına saklanarak ve üstelik bunu devrim gibi sihirli bir değer üzerinden tariflemek de değişik bir tür cinlik sahi... Teşbihte hata olmaz, menüsü sınırsızmış gibi 'Ne vereyim abime?' diyerek müşterisini ikna etmeye çalışan garson refleksine benzetmek yanlış olmaz herhalde?

Tüm dünyanın basını, siyasetçileri, akademisyenleri, politika yapıcıları, düşünce kuruluşları artık sürdürülemeyen bu düzenin yerine koymak üzere "Nasıl bir devlet?", "Nasıl bir sistem?" tartışmaları yapıyor. 10 yıllık, 20 yıllık, 50 yıllık sanayi ve ticaret politikaları oluşturuluyor. Devletler henüz varlığı dahi bilinmeyen endüstriler yaratmak ve stratejik avantajlar elde etmek için planlar, programlar yapıyor; bunun için gerekli olan hammaddeye erişim sağlamak, tedarik zincirini oluşturmak, yan sanayiyi yaratmak, kalifiye işgücünü çekmek için projeler geliştiriyor; bunu başarmak için uluslararası ilişkilerindeki pozisyonlarını, reelpolitik durumlarını, bürokrasilerinin kabiliyetlerini, bütçelerini, ekonomik ve siyasi programlarını yeniden düzenlemekten çekinmiyor. Tüm bunları bilim ve teknolojinin gelişimini yakından takip eden kadroların önderliğinde yaparken bilimi ve teknolojiyi daha da ileri götürecek yeni kadroların yaratılmasına yatırım yapmaya da devam ediyorlar.

Tüm dünyada bunlar tüm hızıyla yaşanırken bizim siyaset esnafımız ise yeni bir yol bulmaktan ya da açmaktan ve bir lokomotif gibi ülkeyi peşlerine takmaktan aciz, vatandaştan çıkan homurtuların oktavına göre "Ne vereyim abime?" diyor.

Yok, artık yeter, istemeyiz kalsın.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

CHP'de nasıl kurultay delegesi olunuyor?

Cumhuriyet Halk Partisi'nin Türkiye'deki tüm il kongrelerini, 4-5 Kasım tarihleri arasında yapılacak kurultaya giden yolun taşlarını döşemeleri sebebiyle yakından izliyor, kimlerin başkan, kimlerin kurultay delegesi yapıldığını isim isim takip ediyorum. Bu ilgim, illerde oluşturulan kurultay delegasyonunun zihni kolonlarını inceleyerek bu inşa sürecinin sonucunda ortaya çıkacak yapının kurultayda nasıl bir irade ortaya koyacağını ve dolayısıyla oluşacak iradenin partinin iktidar olamama sorununa çözüm üretip üret(e)meyeceğini anlamaya çalışmaktan kaynaklanıyor. Adana kongresi henüz yapılmadığı için kimin il başkanı ve kimlerin de kurultay delegesi olacağı henüz listelenmemiş durumda. Buraya (Adana'ya) ilişkin söz hakkımız baki kalmak kaydıyla merak edenler için ifade etmeliyim ki, tüm Türkiye'de, öteden beri hep olduğu gibi, kongrelerde maalesef çok az siyaset konuşuluyor. İllerdeki kongrelerde temel motivasyon, kalemi elinde bulunduranların aldıkları temsil vekâletinin

Kalıp

Herhalde dünyadaki, ülkemiz, bölgemiz ve hatta şehrimizdeki bütün zenginliği paylaşan bir avuç kişinin en büyük korkusu, bir gün, neyi nasıl düşüneceğimizi, neye nasıl tepki vereceğimizi; neyin ahlaki, neyin kabul edilebilir sınırlar içerisinde olduğuna dair zihnimize çizdikleri sınırları aşmaya cüret edebileceğimiz olmalı...   Korkularının bir gün gerçeğe dönüşmemesi için ise, yerelden başlayarak bütün yerküreye yayılmış televizyonları, gazeteleri, sosyal medyaları, haberleri ile her saniye neye gülmemiz, neye üzülmemiz ve hatta nasıl eğlenmemiz gerektiğine dair alt metinlerle dolu filmler, belgeseller, diziler çekip yayınlıyorlar. Bu sınırları zorlayanları terörist, farklı düşünenleri 'aşırı uç' olarak ilan edecek kanaat önderleri yaratıp besliyorlar. Kendilerine muhalif olanların bir kısmını deli olarak damgalayıp toplum dışına, kanun diye yazdıkları talimnamelere uymayanları da çıkarlarını korumak için tesis edilmiş mahkemeler eliyle cezaevlerine atıyorlar. Bütün bu işleyiş

Deli gömleği...

Yerel seçimler, bir çoğunu yakından tanıdığım çok sayıda ismin yeniden yahut ilk kez seçilerek belediye başkanlığı koltuğuna oturmasıyla, benim de üyesi olduğum CHP'nin 'zaferiyle' sonuçlandı. Bu vesileyle seçilen herkesi kutluyor ve başarılar diliyorum. ... Yerel seçimlerde yurttaşların tercihlerini belirleyen temel dinamiğin, emekli maaşlarının ve asgari ücretin enflasyona yenik düşmesi sonucu iyice hissedilir hale gelen yoksulluk olduğu görülüyor. Seçilen belediye başkanlarının ücret artışları noktasında ellerinden bir şey gelmeyeceği bilinerek yapılan bu tercihi ise biriken öfkenin bir sonucu olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu durumda bu öfke patlamasının sofralara tek etkisi (o da olursa), yoksulluğun etkilerini ancak hafifletebilecek olan sosyal yardımların muhalif belediyeler kanalıyla arttırılması olabilecektir. Yerel seçim sonuçlarını, bir yönüyle ve kısmen, genel iktidara yürümesi için CHP'ye verilen bir avans olarak görmek mümkün. Milli görüş’ün yerelden gen