Ana içeriğe atla

Ölüm yürüyüşünün muhafızları

Meşakkatli yolculuğun yağmurlu bir gecesinde kiliseye sığınan üç yüz savaş esiri, müttefik kuvvetlerinin bombardımanıyla yanmaya başlayan kilisenin içinde can vermişti. Dışarı çıkamamalarının sebebi ise kilisenin kapılarının dışarıdan kilitli olması ve esirleri kilisede tutmakla görevli muhafızların kapıları açmamasıydı.

2. dünya savaşının sonuna yaklaşılan bir dönemde yaşanan bu olayda sadece bir çocuk yaralı olarak kurtulabilmişti. Sonradan, o yangından kurtulan tek kişinin tanıklığında yapılan yargılamalarda muhafızlara neden kapıları açmadıkları sorulduğunda verdikleri yanıt çok çarpıcıydı: 'Bizim görevimiz esirleri kontrol altında tutmaktı. Kapıları açsaydık kargaşa çıkardı.'

Bugün Türkiye'de de bu hikayenin izlerini görmek mümkün. Bir grup (iktidar) kilisedeki yangını çıkaran bombayı atarken, yani ülkeyi yoksulluğun esiri haline getirirken, diğer grup olan muhafızlar ise (muhalefet) yangından kaçmaya çalışanları içeride kilitli tutuyor - kargaşa çıkmasın, insanlar 'farklı' fikirlere kapılmasın diye!

Orijinal hikayede kapıları açmayan muhafızlar, vicdanlarıyla baş başa kaldıkları uzun yılların ardından pişman olmuş mudur, hatalarından ders çıkarmış mıdır bilemiyorum; ancak Türkiye siyasetindeki muhafızlardan zaman zaman buna yönelik işaretler gelmiyor değil...

Bana bunları düşündüren en son örnek, CHP'nin 'devrik' Genel Başkanı Kılıçdaroğlu'nun Özgür Özel'e karşı yaptığı 'Sarayla müzakere edilmez mücadele edilir.' çıkışı. Gerçi bu sözlerin kamuoyunda hak ettiği değeri bul(a)madığını görünce kısa süreliğine yanılıyor muyum endişesine kapılsam da, bu açıklamanın hemen ardından Sözcü'den Aytunç Erkin'e söylediklerini okuyunca yanılmadığıma karar verdim:

Kılıçdaroğlu'nun bu sözlerinin, görmüş geçirmiş bir siyasetçi profiline çok uygun ve, en azından benim nezdimde, siyaset tarihimize geçmesi gereken altın değerinde bir iç ses örneği olduğunu düşünüyorum.

Altın değerinde, çünkü gelinen aşamada, birer siyasi fenomen olarak hareket noktaları ve varmak istedikleri hedefleri farklı olsa da, en nihayetinde Erdoğan ile Kılıçdaroğlu'nun aynı yol ayrımında buluştuğunu düşünüyorum. Buluştukları nokta ise düzenin işini görenlerin işleri bittiğinde çöp sepetine atılmaya çalışıldığını yaşayarak tecrübe etmeleri.

Erdoğan da Kılıçdaroğlu da bunu neredeyse onar yıllık bir süre sonunda fark ettiler. Erdoğan'ın suçu, finans kapitalin at koşturduğu her ülkede çizilen sınırların bekçiliğini yapan Merkez Bankası, BDDK ve benzeri kurumları etkisizleştirerek kuşatmayı yarıp iktidarını sürdürmeye çalışmasıydı. Oysa aksi Erdoğan'ın iktidarının sonu demekti. Erdoğan bunu fark ettiğinde elindeki iktidar gücünü (asker, polis, istihbarat, hazine, merkez bankası gibi...) kullanarak kuşatmayı yarabildi ve uluslararası finans kapitalin adamlarını (Mehmet Şimşek, Ali Babacan ve tüm FETÖ mevzuları...) kapı önüne koydu.

Benim de aralarında bulunduğum uyaranlarını yıllar boyunca dinlemeyen Kılıçdaroğlu'nun ‘suçu’ ise şeytanlaştırılan Erdoğan'a karşı verilen mücadelede başarı gösterememesi ve yerine tercih edilen 'fenomene' koltuğunu iyilikle devretmeye yanaşmamasıydı. Uyarılarımıza rağmen parti içi erki teslim ettiklerinin sadakatlerinin kime olduğunu fark ettiğinde ise iş işten çoktan geçmişti, hançer yemekten kurtulamadı.

Neticede, artık sağır sultanın dahi bildiği üzere kapitalizm içine girdiği her krizden yeni bir mülksüzleştirme dalgasıyla çıkmaya çalışır. İktidara gelmek isteyenlere de bunun başka bir yolu olmadığı zaman zaman kibarca 'hatırlatılır'. Yapılması gerekeni yapma vaadine karşılık, iktidara talip olanlar, denetim altındaki medya organları ve kamuoyu araştırma şirketleri gibi algı araçları eliyle parlatılır, halk bu karakterlerin peşinden gitmeye teşvik edilerek bu 'yeni elemanın' yolu açılır.

Bu bahsettiğim 'parlatılma' dönemi... Kriz döngüsünün kriz döneminde ise miadı dolan her 'yeni eleman', her defasında, sanki bütün suç uygulanan politikalarda değil de sadece uygulayıcılardaymış gibi yıpratılır. Bu politikaların doğal bir sonucu olarak yoksullaşan halkın gözünde, yine her defasında, tam denetim altındaki medya organları, kamuoyu araştırma şirketleri gibi araçlar eliyle bu 'eleman' tu kaka ilan edilir, bu kez yeni bir hikayeymiş gibi sunulan 'yeni eleman'ın övgüleri dönmeye başlar. Eski hikaye...

İşte bu hikayenin yeni bir gösterimini yaşadığımız bugünlerde, eski gösterimlerden kalanların anıları ve hikayeleri altın değerinde dersler taşıyor - özellikle de 'yeni' olmaya talip olanlar için.

Sınırları neoliberalizm tarafından çizilmiş ekonomi politikalara muhafızlık yapan hiçbir siyasi figürün bu ölüm yürüyüşünden sağ ya da tek parça çık(a)madığını, muhafızlıkla görevlendirilmiş siyasi fenomen ya da partilerin kendilerine biçilmiş rolü oynadıktan sonra tarihten silindiğini/parçalandığını defalarca ve ısrarla yazmış, anlatmış birisiyim. Kılıçdaroğlu da kendi deneyimlerinden yola çıkarak CHP'yi ve onun çiçeği burnunda Genel Başkanı Özgür Özel'i uyarmakta haklı.

Bu itibarla Kılıçdaroğlu'nun çıkışını sadece parti içine bir müdahale olarak gören ya da böyle göstermeye çalışıp itibarsızlaştırmaya çalışanların hem ona hem de ülkemize büyük bir haksızlık yaptığını düşünüyorum. Bunu sadece evinde oturmaktan sıkılmış eski bir liderin gündeme gelme çabası olarak yorumlamak yanlış olur kanaatindeyim, zira Kılıçdaroğlu'nun mesajı iki kuvvet uygulayacaktır:

Birincisi, bahsettiğim üzere lideri uyararak partisini korumaya çalışıyor. Kılıçdaroğlu'nun gayet mahçup şekilde söylediği şey ise şu: 'Ben yaktım ve yandım, siz benim hatama düşmeyin!' İkincisi ise bunu kamuoyu önünde yaparak hem parti tabanına hem de genel kamuoyuna olacakları önceden haber verip, yani siyasi bir duruş göstererek pozisyon alıyor. Dolayısıyla da bu mesajın, daha bir kaç ay önce yapılmış bir kurultayda yarısının oyunu aldığı delegelere 'Ben buradayım.' mesajını ileterek onları konsolide etme girişimi olarak okunmasında fayda olacaktır.

Erdoğan Mehmet Şimşek üzerinden 'ikna' olduğu mesajı vererek sıkışmışlıktan kurtulmaya veya en azından süre kazanmaya çalışırken, Şimşek ekonomik göstergeleri 'düzene' sokarken halkın daha da yoksullaşmasına sessiz kalacak bir (ana) muhalefet ihtiyacı da ortada. Muhalefetin bu yıkıma karşı erken seçim diyerek bayrak açmak yerine mitinglerle, televizyon programlarıyla siyasi meşruiyet araması ne kadar karşılık bulur zaman gösterecek ancak bana göre CHP yönetiminin önünde iki yol bulunuyor:

Malum 2001 krizi sırasında IMF patentli programı uygulamakla görevli Kemal Derviş CHP'ye Genel Başkan Yardımcısı yapılarak toplumsal muhalefetin akacağı kanal tıkanmış, bu programla mülksüzleştirilip yoksullaştırılan kitleler seçeneksiz bırakılmış ve yaşanan yoksulluğa tepkiler kontrol altında tutularak 'yeni eleman' Erdoğan'ın doğumunun önü açılmıştı. CHP'ye şimdi, yeniden, bir kez daha bu rol biçilmiş ve yanan kilisenin kapısına CHP dikilmek isteniyor olabilir.

CHP yönetiminin önündeki birinci yol bu rolü kabullenmek, kapıları kilitli tutup 'kargaşa' çıkmasını engellemek, o arada 'işlerine bakmak', zamanı gelip kendilerinden talep edildiğinde ise sessizce köşelerine çekilmek.

İkinci yol ise, bu yeni ölüm yürüyüşünde kendilerine verilen muhafızlık rolünü reddetmek. Yaşanılan yıkımların asıl sorumlusu olan ve artık dünyada geçerliliğini kaybeden neoliberal paradigmaya karşı durup partiyi liberal, liberal sol ve sosyal demokrasinin zihni sınırlarının dışına taşıyacak halkçı, kamucu, planlamacı, politik bütünlüğü olan bir hat inşa etmek...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

CHP'de nasıl kurultay delegesi olunuyor?

Cumhuriyet Halk Partisi'nin Türkiye'deki tüm il kongrelerini, 4-5 Kasım tarihleri arasında yapılacak kurultaya giden yolun taşlarını döşemeleri sebebiyle yakından izliyor, kimlerin başkan, kimlerin kurultay delegesi yapıldığını isim isim takip ediyorum. Bu ilgim, illerde oluşturulan kurultay delegasyonunun zihni kolonlarını inceleyerek bu inşa sürecinin sonucunda ortaya çıkacak yapının kurultayda nasıl bir irade ortaya koyacağını ve dolayısıyla oluşacak iradenin partinin iktidar olamama sorununa çözüm üretip üret(e)meyeceğini anlamaya çalışmaktan kaynaklanıyor. Adana kongresi henüz yapılmadığı için kimin il başkanı ve kimlerin de kurultay delegesi olacağı henüz listelenmemiş durumda. Buraya (Adana'ya) ilişkin söz hakkımız baki kalmak kaydıyla merak edenler için ifade etmeliyim ki, tüm Türkiye'de, öteden beri hep olduğu gibi, kongrelerde maalesef çok az siyaset konuşuluyor. İllerdeki kongrelerde temel motivasyon, kalemi elinde bulunduranların aldıkları temsil vekâletinin

Kalıp

Herhalde dünyadaki, ülkemiz, bölgemiz ve hatta şehrimizdeki bütün zenginliği paylaşan bir avuç kişinin en büyük korkusu, bir gün, neyi nasıl düşüneceğimizi, neye nasıl tepki vereceğimizi; neyin ahlaki, neyin kabul edilebilir sınırlar içerisinde olduğuna dair zihnimize çizdikleri sınırları aşmaya cüret edebileceğimiz olmalı...   Korkularının bir gün gerçeğe dönüşmemesi için ise, yerelden başlayarak bütün yerküreye yayılmış televizyonları, gazeteleri, sosyal medyaları, haberleri ile her saniye neye gülmemiz, neye üzülmemiz ve hatta nasıl eğlenmemiz gerektiğine dair alt metinlerle dolu filmler, belgeseller, diziler çekip yayınlıyorlar. Bu sınırları zorlayanları terörist, farklı düşünenleri 'aşırı uç' olarak ilan edecek kanaat önderleri yaratıp besliyorlar. Kendilerine muhalif olanların bir kısmını deli olarak damgalayıp toplum dışına, kanun diye yazdıkları talimnamelere uymayanları da çıkarlarını korumak için tesis edilmiş mahkemeler eliyle cezaevlerine atıyorlar. Bütün bu işleyiş

Deli gömleği...

Yerel seçimler, bir çoğunu yakından tanıdığım çok sayıda ismin yeniden yahut ilk kez seçilerek belediye başkanlığı koltuğuna oturmasıyla, benim de üyesi olduğum CHP'nin 'zaferiyle' sonuçlandı. Bu vesileyle seçilen herkesi kutluyor ve başarılar diliyorum. ... Yerel seçimlerde yurttaşların tercihlerini belirleyen temel dinamiğin, emekli maaşlarının ve asgari ücretin enflasyona yenik düşmesi sonucu iyice hissedilir hale gelen yoksulluk olduğu görülüyor. Seçilen belediye başkanlarının ücret artışları noktasında ellerinden bir şey gelmeyeceği bilinerek yapılan bu tercihi ise biriken öfkenin bir sonucu olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu durumda bu öfke patlamasının sofralara tek etkisi (o da olursa), yoksulluğun etkilerini ancak hafifletebilecek olan sosyal yardımların muhalif belediyeler kanalıyla arttırılması olabilecektir. Yerel seçim sonuçlarını, bir yönüyle ve kısmen, genel iktidara yürümesi için CHP'ye verilen bir avans olarak görmek mümkün. Milli görüş’ün yerelden gen