Ana içeriğe atla

İmamoğlu'nun sökülen dişleri ve Erdoğan'ın dönen şansı

Her İstanbul Belediye Başkanı, ülkemizin bir sonraki potansiyel lideridir.

Ama İmamoğlu için bu fırsat, İBB'nin maddi imkanlarıyla sarıp sarmalanmış bir medya ordusu ile çıktığı Karadeniz seferinde yakalandığı fırtınada takası ağır hasar alınca, (şimdilik) heba olmuş görünüyor. Yaşananlara objektif olarak bakıldığında İmamoğlu ve ekibinin bu fırtınayla ilgili iki farklı noktayı gözden kaçırdığını düşünüyorum:

Birincisi, İmamoğlu'nun Karadeniz (Cumhurbaşkanlığı) yolculuğuna uluslararası ilişkileri tam örmeden ve bununla bağlantılı olarak CHP'de tartışmasız bir hükümranlık kurmadan çıktığı anlaşılıyor.  Eğer tersi olsaydı, küçük denilebilecek bu fırtınada, ağır diyebileceğimiz bir hasar almasına izin verilmezdi. Bunun bir nedeni de 'mürettabatının' CHP'yi herhangi bir sağ parti sanmaları, 'yumruğun' hangi güçlerden geleceğini görüp bloke edecek kadar parti içi deneyimden yoksun olmaları olabilir. 

İmamoğlu ve ekibinin böyle tedbirsiz yakalanmalarının nedeni de önce Beylikdüzü'ne, sonra da İBB adaylığına parti içi mücadeleyle değil, taltif edilerek oturtulması olsa gerek. Genel merkezde Kılıçdaroğlu sonrasına kilitlenmiş ekiplerin verdiği parti içi mücadelenin sertlik derecesini hafife almış veya en hafif tabirle yanlış hesaplamış gibi görünüyor. İmamoğlu ve mürettabatı eğer hasar tespiti yapacaksa, başlangıç olarak, dişlerini sökenleri bulmalı. Bunun için önlerinde bulunmaz bir örnek de var; Muharrem İnce'nin deneyimleri...

İmamoğlu ve ekibinin gözden kaçırdıkları ve dolayısıyla ciddi manada hasar almalarına sebep olan ikinci nokta ise, verdikleri fotoğrafa gelen neredeyse histerik tepkiyi doğru yorumlayamamaları. 

20 yıl boyunca halk dışında her şeye hizmet eden, tek amacı koltuk elde etmek ve korumak olan, bu yolda da her şeyi yapmayı mübah gören, her açıklamasıyla insanların aklıyla alay etmekten çekinmeyen bir iktidara tanıklık eden kitleler için AKP iktidarının hayallerindeki sonu, kiminle iş tuttuğu ve kime çalıştığı belli olmayan, bu arada da kendilerini muntazaman aptal yerine koyan liderler döneminin de sonu demek. 

Nagehan Alçı gibi bir sembolün tetiklediği, İBB sözcüsünün milyonlarca insanın tepkisini 300-400 kişi diyerek geçiştiren AKP-vari açıklamasıyla alevlenen tartışma ise muhalefet seçmeninin 20 yıllık travmalarını gün yüzüne çıkardı. Verilen tepki, umut bağlanan bir figür olan İmamoğlu'nun klasik bir merkez siyasetçisi olduğunun, halkın temsilcisi olmadığının, dolayısıyla iktidar olsa dahi hayal edilen 'iktidar değişimini' getirmeyeceğinin idrakını yaşayan muhalefet seçmeninin derin hayal kırıklıklarından ibaretti.

Üstelik muhalefet seçmeninin yaşadığı bu tür idrak anları sadece İmamoğlu'nun sorunu da değil. Bütün öfkeyi tek bir kişiye yönelten ve o gidince de her şeyin düzeleceğini vaaz eden 6'lı masanın planları da bu bakımdan pamuk ipliğine bağlı.

Muhalefetin bir takım temel politikaları bakımından iktidardan hiçbir farkının olmaması, bazı icraatlarının ve ilişkilerinin de kaçınılmaz olarak iktidarla benzerlik göstermesine yol açacak, açıyor. (Örneğin Nagehan Alçı ve diğer gazeteciler meselesi, ya da sığınmacı konusu.) Muhalif seçmen kitlesinde biriken 20 yıllık bıkkınlığın ise geçtiğimiz hafta yaşadığımız gibi bu tür olaylarda sık sık yüzeye çıkarak sonunda iktidardan yeterince ayrışamayan muhalefeti (belki seçimi dahi kazanamadan) eritmesi son derece mümkün görünüyor.

Buna en açık örneği olarak sığınmacı konusunu gösterebiliriz. 

İşi elinden alınmış, çocuklarını parka götüremeyen, gündüz gözüyle bile sokakta güvende hissetmeyen insanlar, ki buna AKP seçmeni de dahil, taleplerinin karşılığını iktidardan bulamıyor. Bu mesele, Erdoğan tarafından hala ensar nutuklarıyla örtülmeye çalışılıyor ancak yiyen yutan pek kalmadı. İktidardan beklediğini bulamamaya alışık olan muhalefet seçmeni için yeni olan nokta ise, kendi partilerinin de isteklerine kulak tıkaması, üstelik muntazaman akıllarıyla alay eden açıklamalarla aptal yerine konulmaları. 

Foncu gazeteciler, sadakati farklı yerlere olan siyasetçiler, yabancı büyükelçilerle olan 'görüşmeler' artık muhalefet seçmeninde dahi komplo-vari konular olmaktan çıktı, kimin kiminle iş tuttuğu seçmen nezdinde apaçık görünür hale geldi.

İşte bu farkındalık, yoksulluk ve sömürü politikasında AKP ile aynı düzlemde bulunan ve milim farklılık göstermeyen 6'lı masa muhalefetinin oy pastasından kayda değer bir dilimin kopabileceğine işaret ediyor. Ümit Özdağ'ın artan popülaritesini de bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. 

Sığınmacı meselesinde gözleri açılan vatandaşların sömürü ve yoksulluk karşısında dayanışmasını pekiştirme ihtimalini artıran başka can alıcı bir örnek de Almanya'dan geldi. Bilindiği gibi imzalanan geri kabul anlaşması kapsamında Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri, ihtiyaç duydukları işgücü için kalifiye/liyakat sahibi olan sığınmacıları karpuz gibi seçerek alıyor ve geri kalanları da Türkiye'de kalıyor. AB ülkeleri bir yandan Türkiye'deki vakıfları, 'gazeteci'leri ve siyasetçileri aracılığıyla sığınmacıların ülkelerine geriş gönderilmemeleri için insan hakları vurgusu yaparak kamuoyu çalışması yaparken, kendi sınırlarından kaçak geçişleri önlemek için çok çeşitli teknolojiler geliştirdikleri ortaya çıktı. 

'Ele verir talkını kendi yutar salkımı' sözündeki gibi buna ilişkin görüntüler, sınırlarını sığınmacılardan nasıl koruduklarını anlatan bir başarı hikayesi olarak Alman yayın organı Deutsche Welle'de yayımlandı ancak habere Türkiye'den erişim kapatıldı. Sunulan görüntülerin ülkemizde fark edilmesi ise gecikmedi; Almanların, yaptıklarıyla övünmek için yayınladıkları görüntüleri Türkiye'de sansürlemeleri ise akla şecaat arz ederken sirtakin söyleyenleri getiriyor. 

Türkiye'de seçmenin, özellikle de muhalif seçmenin, tüm bu yaşananlara rağmen kendi taleplerine kulak tıkayanlara 'tıpış tıpış' oy vereceğini zanneden varsa büyük sürprizlere hazırlıklı olmalarını tavsiye ederim.

Ümit Özdağ ile Muharrem İnce'nin partilerinin sığınmacı politikasıyla, Ahmet Türk'ün Kürt politikası nedeniyle ortaklaştırdıkları seçmen tabanının homejenliğinde gedik açtığı 6'lı masa muhalefeti ise İmamoğlu gibi güçlü bir adayı dahi koruyamazken ortaya çıkan işaretler, Erdoğan, 20 yıllık tecrübesiyle hem içeride hem de dışarıda elini giderek güçlendirmeye başladığı yönünde.

Bunun ilk işareti olarak Rus-Ukrayna savaşındaki diplomasisi ile batıda popülaritesini arttırmasını bir tarafa koyalım. Bunun yanında Rusya ile kurduğu ilişkiyi kullanarak, en son Merkez Bankası yasasında yaptığı değişiklikle Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu döviz için Rus sermayesine güvenli kapı açtı. Bu adım, ekonomi üzerinde dolar baskısını azaltırken kendisinin de siyasi olarak nefeslenmesine imkan verebilir.

Erdoğan'ın şansının dönüyor olmasının ikinci işareti de, Rusya'ya karşı Finlandiya ve İsveç'i NATO'ya almak için, bunu veto etme şansı olan Erdoğan'a karşı doların ipini elinde bulunduranların sıkılı yumruklarını açmak zorunda kalacak olmaları. Bunu bilen Erdoğan, Yunanistan'ın NATO'ya dönüşüne onay veren 12 Eylül yöneticilerini hatırlatarak "Finlandiya ve İsveç için olumlu düşünmüyoruz." açıklamasıyla açılışı yaptı.

Erdoğan yılların verdiği tecrübe ile bu tehditleri diplomatik kanallarda eritip meseleyi çözüme taşırken en çok sıkıştırıldığı alandan, dövizin fiyatlandırılması üzerinden kurulan baskının hafifletilmesi talebinde ısrarlı olacağını varsayabiliriz.

Ama batılı başkentlerin endişeli olduğunu sanmıyorum, Erdoğan onlar gibi oynamayı öğrendi! Yani telaşa gerek yok, Erdoğan eser gürler, istediğini almaya çalışır, aldığını, kopardığını yeterli bulmasa da NATO'yu ve NATO'culuğu 6'lı masaya 'kaptırmaz'. 

Sonuç olarak gelinen noktada, 6'lı muhalefetin seçimlere dönük iki 'muhtemel' beklentisini revize etmesi gerekebilir. Bunlardan birincisi;

Cami cemaatinde yetişmiş, ülkücü kökenli bir Karadenizli ve şimdiki AKP, İYİP, Saadet, Deva, Gelecek partililer ile duygudaşlık içindeki eski bir ANAP'lı olarak Erdoğan'a karşı her kesimin duygudaşlık kurabileceği ve ona karşı, seçimlerde ciddi bir aday olarak yarışma potansiyeli taşıyan İmamoğlu gibi bir fenomeni kaybettiler. Kaybettiler dememin sebebi, İmamoğlu'nun kendini yeniden üretebilecek zihni ve entelektüel kapasitesinin olup olmadığını bilemememden kaynaklanıyor. Mürettabatının tecrübesiz ve bu birikimden yoksun olduğu ise, takayı Karadeniz'in karanlık sularında batırmış olduklarından belli. Dolayısıyla, Erdoğan'ın karşısına aday olarak çıkma şansı dünden daha zayıf. Takasını onarıp yolculuğa devam edip edemeyeceğini göreceğiz.   

6'lı masa muhalefetinin revize etmesi gereken ikinci planı ise Erdoğan'ın, Biden'in ABD Başkanlık koltuğuna oturmasının ardından çıkışlarıyla görünür olan batı başkentlerinden dışlaması beklentisi. Böylelikle bunun doğal yansıması olarak da ekonominin içine düşeceği döviz ihtiyacının karşılanamayacağı ve sonuç olarak da daha da kötüleşecek ekonomik göstergelerin AKP'nin gidişine vesile olacağına dair senaryosu. 

Bu senaryo da (henüz) gerçekleşmediği gibi Erdoğan, özellikle dışarıdaki gelişmeler (savaş ve NATO'nun yayılma projesi) gibi kendisinin de hesaplamadığı fırsatlar nedeniyle gücünü arttırıyor.

Ama tüm bunların yanında asıl akılda tutulması gereken ise ülkemizde yaşanılan sorunların kaynağının kontrolsüz kapitalizm olduğu gerçeği. Ne Kürt sorunu, ne sığınmacı mevzusu, ne de bir başka bir gündem bundan ve birbirinden bağımsız değil. 

Dolayısıyla, sadece bir meseleye odaklanan, diğer her şeyi arka plana atan, sömürüyü ortadan kaldırmayı hedeflemeyen, bunu öncelik haline getirmeyen hiçbir anlayış aklınızı bulandırmasın.

 












Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kılıçdaroğlu'nun Zihnindeki Yük!

Bazı anlar vardır; zihninizdeki soru, bir dağı sırtlayıp kilometrelerce öteye taşımaktan daha ağır gelir. Umut etmek istiyorum ki, Sayın Kılıçdaroğlu böyle ağır bir yük taşımıyor! Çünkü aşağıda aktaracağım açıklaması ile zihinlere taktığı sorular, kendilerini değersizleştirmiş olanların sadakatini satın aldıklarından oluşturan, cahil Belediye Başkanlarına işaret ediyor. Çocuksu bir özgüven eksikliğinden kaynaklı, zayıflık patolojisi içindeki başkanlar, övgüleri gerçek sanıp içselleştirerek her türlü hataya açık olabilir. Aralarında Adana'nın da bulunduğu İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Muğla, Mersin gibi nüfusun ve milli gelirin neredeyse yarısına yakınını temsil eden 11 Büyük Şehir Belediyesi kendi atadığı Başkanların yönetimindeyken 'Belediyeleri rant dağıtım merkezi olmaktan çıkarmalıyız' diyen sayın Kılıçdaroğlu neden böyle bir açıklama yaptı? Bu açıklamayı yapmadan önce partili belediye başkanlarına özel olarak bunları söylediğini düşünmemiz gerek; çünkü kamuoy...

Yeni gerçeklikler...

Eger barış süreci akamete uğramaz, uğratılmaz, yani alt kimlik milliyetçiliğinin siyaset üzerinde yaptığı serap etkisi dağılırsa ortaya çıkacak sosyolojik iklim, siyasetteki tıkanıklığı açacak seçeneklerin oluşmasının önünü açabilir. Aslında barış sürecinin de siyasi, ekonomik ve jeopolitik tıkanmaların bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Eski hikayeler albenisini kaybettikçe anlatıcılarının özgül ağırlığı da ortadan kayboluyor, farklı yollar aranması kaçınılmaz oluyor. Aynı emareler muhafazakar-laik çatışmasını kaşımanın ekonomik resmin üzerini örtmeye yetmemesi gerçeğinin ayyuka çıkması konusunda da görülebilir. Ama oralara şimdi girmeyelim... Alt kimlik tartışmalarının olmadığı bir Türkiye, siyasetin elle tutulur konular tartışılarak yapılmasını gerektiren bir ortama zemin hazırlayacaktır, en azından umudumuz o yönde. Böyle bir Türkiye'nin siyasi haritası nasıl görünür diye merak edenler varsa, son Almanya seçimlerine bir göz atmalarını öneririm. Sosyal Demokrasi'nin, anavat...

Beşiktaşlılar üzülmeyin, ADS sizin için de var...

Süper liği takip eden futbol taraftarları arasında Beşiktaş'ın küme düşmesi neredeyse kesinleşmiş ADS'ye yenilmesi futbol ile ilgili ilgisiz bir çok kesimde dikkat çekmiştir. Bu yenilgiye şaşıran ve de özellikle üzülenler çoğunluktadır. Ama şaşıran ve üzülenler başta olmak üzere herkesin bilmesi gereken bir gerçek var ki Beşiktaş sadece bir futbol kulübüne karşı değil çok zor zamanlarda ve ancak tarihin belli dönemlerinde vücut bulabilecek bir şehrin ruhuyla karşılaştı. Ortaya çıkan sonuç da bunun karşısındaki için kaçınılmaz olacaktı. KİR, SUÇ; FUTBOL Yok, 1932'den 1968'e kadar Portekiz'in idaresini elinde tutan faşist diktatör António de Oliveira Salazar'ın rejiminin fado ve fatima ile birlikte üç dayanağından biri olduğu gerçeği ile özdeşleşen futbolu kutsayacak değilim.. (Portekizce: três F de Salazar) Futbol'un, kulüpler arasındaki karşılaşmalarının skor dışındaki gri alanına yoğunlaşıldığında, kendini ya da otoritesi için kitlelerde meşruiyet arayanlar...